Prof. Dr. Haydar Baş'ın kalemindenDini ve Milli Bütünlüğümüze Yönelik Tehditler
Bu tarihten sonra amacım M. Abdülvehhab'ın şahsiyetine liderlik fikrini telkin etmekti. Onun ruhunu etkileyerek Müslümanların idaresi için Sünni ve Şiilikten başka üçüncü bir yolu ona önermeye başladım. Bu hedefime erişebilmek için onun fikrine saygı duydum ve onu körü körüne bağlı olduğu her şeyden temizlemeye çalıştım. Onun yükseklerden uçan özgür düşünce duygusunu güçlendiriyordum. Safiye de bu konuda bana yardımcı oluyordu. Zira Muhammed ona delice aşıktı ve her hafta muta'nın süresini uzatıyordu. Kısacası Safiye sabır ve selahiyyeti Şeyhten almıştı.
ALLAH'IN HARAM KILDIKLARI TARTIŞILIYOR
Onu evlendirdikten üç gün sonra evine gittim. Bu seferki konuşmamız şarabın haramlığı konusunda olacaktı. Bu konudaki ayet ve hadisleri gözden geçirdikten sonra şöyle dedim: 'Eğer Muaviye, Yezid, Beni Umeyye ve Beni Abbas'ın diğer halifeleri şarap içtilerse, bu din büyükleri dini bırakıyor da, şarap içmek sadece sana mı haram oluyor? Şüphesiz ki onlar Allah'ın kitabını ve Peygamberin sünnetini senden ve benden daha iyi biliyorlardı. Onlar Allah'ın kitabından ve Peygamberin sünnetinden şarabın haram değil mekruh olduğu hükmünü çıkarıyorlardı. Üstelik Ehl-i Kitap olan Yahudi ve Hıristiyan kitapları şaraba cevaz veriyor. Hem de bu dinler ilahî olup, peygamberleri İslam tarafından tanınmaktadır. Nasıl olur da hepsi hak olan bu dinlerin birinde şarap helal, diğerinde haram olur? Elimizdeki bir rivayete göre 'Artık siz (hepiniz) şaraptan vazgeçtiniz değil mi?' ayeti nazil oluncaya kadar Hz. Ömer şarap içerdi. Eğer şarap haram olsaydı Hz. Peygamber, Hz. Ömer'e had cezası uygulardı. Uygulamamış olması şarabın cevazına delalet eder'. Muhammed beni dikkatle dinledikten sonra şöyle dedi: 'Haram olan şarap değil, verdiği sarhoşluktur. Sarhoşluk vermeyeni haram değil, Allah şöyle buyuruyor: 'Şeytan içkide, kumarda aranıza düşmanlık ve kin düşürmek sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister'. Eğer şarap sarhoşluk vermeseydi bu neticeler çıkmazdı. Şarap bu neticeleri doğuruyor olmasaydı, şarabın sarhoş etmeyeni haram değil denirdi. Böyle denmemiştir". Humpher onu bu şekilde kandıramayınca şu taktiği uyguladı.
"Şarap hususunda Safiye'ye şöyle dedim: 'Şeyh Muhammed geldiğinde onu kendinden geçir ki, ona şarap içirebilesin'. Ertesi gün Safiye'yi gördüğümde Abdülvehhab'a şarap içirdiğini, hatta onun sarhoş olarak sokağa çıkıp taşkınlıklar yaptığını söyledi. Netice olarak diyebilirim ki ben ve Safiye, Şeyh üzerinde o derece hâkimiyet kurduk ki, Sömürgeler Bakanı'nın şu sözlerini hatırladım: 'Biz İspanya'yı kafirlerden (Müslümanları kastediyor) şarap ve fesatla geri aldık. Bu iki güçle diğer bütün toprakları da geri almalıyız'.
ABDÜLVEHHAB TAM BİR İNGİLİZ AJANI
Muhammed'le tanışıp bir müddet samimi olduktan sonra şu neticeye vardım ki, bu adam İngiltere'nin İslam ülkelerindeki menfaatleri hesabına çalıştırılacak ideal bir kimsedir. Kendini büyük görmesi, gururu, makam sever oluşu, İslam ulema ve kaynaklarına olan düşmanlığı o derecedir ki, Hulefa-i Raşidin'i bile tenkit etmektedir. Zaten kendini beğenmiş ve kendini yükseklerde gören Muhammed'e fikirlerimi kabul ettirmeye başladım. İş o safhaya vardı ki, artık o bana itimat beslediğini söylüyor, benimle samimileşiyordu. Aramızda senli-benli olduktan sonra hep beraberdik.
Ben her zaman en değerli gençlik günlerimi sarf ederek ektiğim ve yeşerttiğim fidanın bir an evvel meyvesini vermeye çalışıyordum.
Önceki gibi her ay İngiltere Sömürgeler Bakanlığı'na rapor gönderiyordum. Bu her ay tekrarladığım bir huy olmuştu artık. Bu huy beni üstlendiğim görevi îfâ etmeye sevk ediyordu. Ben ve Muhammed önümüzdeki yolu süratle katediyorduk. Onu hiçbir zaman yalnız bırakmıyordum. Özgürlük ruhunu düşüncelerine yansıtmaya ve inancındaki şüpheleri artırmaya çalışıyordum.
Her zaman ona önünde parlak bir gelecek var diye ümit verirdim. Onun parlak zekası ve dini meselelerdeki üstün yeteneğinden övgü ile söz ederdim.
RÜYA BİLE UYDURUYOR
Bir defasında uydurduğum bir rüyayı kendisine şöyle anlattım. Rüyamda gördüm ki, Peygamber, hatiplerin anlattığı gibi bir heyet ile kürsüye oturmuş. Etrafı benim hiçbirini tanımadığım âlimler sarmıştı. Aniden sen meclise girdin. Ve sen Muhammed Abdülvehhab, yüzünden nur saçıyordun. Peygamberin yanına vardığında o sana saygı göstererek, yerinden kalkıp alnından öperek dedi ki: 'Ey benim adaşım, sen benim ilmimin varisisin. Müslümanların din ve dünya işlerinde benim vekilimsin'. Sen dedin ki, 'Ya Resulallah, ben ilmimi halka açıklamaktan korkarım'. Peygamber sana, 'Gönlünde korkuya yer verme, sen sandığından daha büyüksün' buyurdu.
M. Abdülvehhab bu yalan hikayemi duyduğunda sevincinden uçacak gibiydi. Hep sorardı, 'rüyalarında doğru musun?" Ve ben ona her defasında güven verirdim. Benim rüyamı duyduğu anda yeni mezhebini açıklayacağı ve halkı davet edeceği hususunda ciddi bir şekilde karar almıştı". Daha sonra Sömürgeler Bakanlığı'ndan aldığı başka bir talimat üzerine Kerbela ve Necef'e giden Humpher, Muhammed Abdülvvehab hakkında duyduğu endişeyi şöyle ifade ediyor:
"Birkaç ay sonra Basra'dan Kerbela ve Necef'e gittiğimde Abdülvehhab hakkında endişe duymakta idim. Onun tayin ettiğim yolda sabit kalacağından emin değildim. O daima değişiklik isterdi. Ayrıca bir yerde duramaz, sinirli sinirli dolaşırdı. Bildiğim diğer özelliklerini de dikkate alınca şimdiye kadar sarf ettiğim çabaların ve onun için beslediğim arzuların boşa çıkacağından korkuyordum.
Basra'ya gideceğim gün o ısrarla Türkiye'ye gitmek ve bazı bilgileri edinmek için direniyordu. Şiddetle buna karşı çıkarak, Türkiye'de bazı konuşmalarından dolayı kendisini tekfir edebileceklerinden korktuğumu belirttim. Oysa işin aslı bazı Sünni alimler ile konuşmasını istemiyordum. Onların daha sağlam deliller ile onu yeniden Sünniliğe döndürebileceklerinden ve planlarımın suya düşeceğinden korkuyordum. Şeyhin Basra'dan çıkmaya ısrarlı olduğunu görünce ona İran'a gidip Şiraz ve Isfahan şehirlerini gezmesini söyledim. Oraların yani o iki şehrin halkı Şii idi ve inançlarının şeyhi etkileyeceğini sanmıyordum. Bu konuda kesinlikle emindim. Zira Şeyhi tanırdım.
Vedalaşırken ona takiyyeye inanıp inanmadığını sordum. 'Tabii inanırım' dedi. Zira Peygamberin sahabelerinden biri, muhtemelen 'Mikdad' olması gerek babasını, anasını öldüren müşrikler ile karşılaştığında can korkusundan onlardan olduğunu söylerdi.
Ona dedim ki, "Bu nedenle İran'da takiyye etmen vaciptir. Kendini halis Şii gibi göstermelisin. Böylece güvencede olur, oradaki alimlerle görüşebilirsin. İranlıların geleneğini, göreneğini daha iyi öğrenebilirsin. Zira bunları öğrenmen gelecekte amaçlarına ulaşabilmek için sana yardımcı olur'.
Bu konuşmadan sonra 'zekat' adıyla kendisine bir miktar para ve ihtiyacı olduğu için bir de at alıp verdim. Ve ondan ayrıldım. Endişem şunun içindir ki, onunla ayrıldığımız zaman tekrar Basra'ya döneceğimiz hususunda anlaşmıştık. Hangimiz daha önce dönersek durumumuzla ilgili yazı yazıp Abdurrıza'ya bırakacaktık".
HUMPHER TAKDİR EDİLİYOR
Humpher uzun zaman Abdülvehhab'dan haber alamadığını ifade ediyor ve bir süre sonra Londra'ya döndüğünde Sömürgeler Bakanı ile aralarında geçen şu konuşmayı naklediyor:
"Bakan özellikle Muhammed Abdülvehhab'a nüfuz ederken gösterdiğim ustalıktan ötürü son derece sevinçliydi. Hiç unutmam 'Muhammed'e nüfuz etmek Sömürgeler Bakanlığı'nın en büyük hedefidir' diyordu. Bakan, bir takım anlaşmalar yaparak gelecekte bizim için yapacağı işleri kendisine anlatmamı ısrarla istiyordu. Sürekli söylüyordu. 'Sömürgeler Bakanlığı için katlandığın bunca zahmet sonucu sadece Şeyh Muhammed'in keşfi ve ona nüfuz edilmesi neticesi elde edilmiş olsa idi. Yine de bunca eziyet ve zahmete değer'. Sömürgeler Bakanı, Şeyh'in ne olduğundan endişe ettiğimi görünce, soğukkanlılıkla 'rahat ol, Şeyh şimdiye kadar ona öğrettiklerinden şaşmamıştır. Bizim gizli memurlarımız Isfahan'da şimdiye kadar onunla temas halindeydiler ve gönderdikleri raporlardan bugüne kadar hiç yolundan caymadığı anlaşılıyor' dedi. Sonraları Şeyh ile tekrar görüştüğümde bana Isfahan'da benim kardeşim olduğunu söyleyen Abdülkerim adında biriyle tanıştığını söyledi. O, bu vesile ile Şeyh'in güvenini kazanarak sırlarını öğrenmeyi başarmış. Bu arada Safiye de daha sonra Isfahan'a gelerek iki aylığına daha Şeyh'le evlenmiş. Şiraz yolculuğu sırasında Safiye Şeyh'e eşlik etmemiş. Abdülkerim'le birlikte Şiraz'a gitmişler. Abdülkerim orada, Safiye'den daha güzel bir mut'a bulmuş Şeyh'e. Bu kadının ismi Asiye ve Şiraz'da mukim Yahudilerden imiş".
Bu tarihten sonra amacım M. Abdülvehhab'ın şahsiyetine liderlik fikrini telkin etmekti. Onun ruhunu etkileyerek Müslümanların idaresi için Sünni ve Şiilikten başka üçüncü bir yolu ona önermeye başladım. Bu hedefime erişebilmek için onun fikrine saygı duydum ve onu körü körüne bağlı olduğu her şeyden temizlemeye çalıştım. Onun yükseklerden uçan özgür düşünce duygusunu güçlendiriyordum. Safiye de bu konuda bana yardımcı oluyordu. Zira Muhammed ona delice aşıktı ve her hafta muta'nın süresini uzatıyordu. Kısacası Safiye sabır ve selahiyyeti Şeyhten almıştı.
ALLAH'IN HARAM KILDIKLARI TARTIŞILIYOR
Onu evlendirdikten üç gün sonra evine gittim. Bu seferki konuşmamız şarabın haramlığı konusunda olacaktı. Bu konudaki ayet ve hadisleri gözden geçirdikten sonra şöyle dedim: 'Eğer Muaviye, Yezid, Beni Umeyye ve Beni Abbas'ın diğer halifeleri şarap içtilerse, bu din büyükleri dini bırakıyor da, şarap içmek sadece sana mı haram oluyor? Şüphesiz ki onlar Allah'ın kitabını ve Peygamberin sünnetini senden ve benden daha iyi biliyorlardı. Onlar Allah'ın kitabından ve Peygamberin sünnetinden şarabın haram değil mekruh olduğu hükmünü çıkarıyorlardı. Üstelik Ehl-i Kitap olan Yahudi ve Hıristiyan kitapları şaraba cevaz veriyor. Hem de bu dinler ilahî olup, peygamberleri İslam tarafından tanınmaktadır. Nasıl olur da hepsi hak olan bu dinlerin birinde şarap helal, diğerinde haram olur? Elimizdeki bir rivayete göre 'Artık siz (hepiniz) şaraptan vazgeçtiniz değil mi?' ayeti nazil oluncaya kadar Hz. Ömer şarap içerdi. Eğer şarap haram olsaydı Hz. Peygamber, Hz. Ömer'e had cezası uygulardı. Uygulamamış olması şarabın cevazına delalet eder'. Muhammed beni dikkatle dinledikten sonra şöyle dedi: 'Haram olan şarap değil, verdiği sarhoşluktur. Sarhoşluk vermeyeni haram değil, Allah şöyle buyuruyor: 'Şeytan içkide, kumarda aranıza düşmanlık ve kin düşürmek sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister'. Eğer şarap sarhoşluk vermeseydi bu neticeler çıkmazdı. Şarap bu neticeleri doğuruyor olmasaydı, şarabın sarhoş etmeyeni haram değil denirdi. Böyle denmemiştir". Humpher onu bu şekilde kandıramayınca şu taktiği uyguladı.
"Şarap hususunda Safiye'ye şöyle dedim: 'Şeyh Muhammed geldiğinde onu kendinden geçir ki, ona şarap içirebilesin'. Ertesi gün Safiye'yi gördüğümde Abdülvehhab'a şarap içirdiğini, hatta onun sarhoş olarak sokağa çıkıp taşkınlıklar yaptığını söyledi. Netice olarak diyebilirim ki ben ve Safiye, Şeyh üzerinde o derece hâkimiyet kurduk ki, Sömürgeler Bakanı'nın şu sözlerini hatırladım: 'Biz İspanya'yı kafirlerden (Müslümanları kastediyor) şarap ve fesatla geri aldık. Bu iki güçle diğer bütün toprakları da geri almalıyız'.
ABDÜLVEHHAB TAM BİR İNGİLİZ AJANI
Muhammed'le tanışıp bir müddet samimi olduktan sonra şu neticeye vardım ki, bu adam İngiltere'nin İslam ülkelerindeki menfaatleri hesabına çalıştırılacak ideal bir kimsedir. Kendini büyük görmesi, gururu, makam sever oluşu, İslam ulema ve kaynaklarına olan düşmanlığı o derecedir ki, Hulefa-i Raşidin'i bile tenkit etmektedir. Zaten kendini beğenmiş ve kendini yükseklerde gören Muhammed'e fikirlerimi kabul ettirmeye başladım. İş o safhaya vardı ki, artık o bana itimat beslediğini söylüyor, benimle samimileşiyordu. Aramızda senli-benli olduktan sonra hep beraberdik.
Ben her zaman en değerli gençlik günlerimi sarf ederek ektiğim ve yeşerttiğim fidanın bir an evvel meyvesini vermeye çalışıyordum.
Önceki gibi her ay İngiltere Sömürgeler Bakanlığı'na rapor gönderiyordum. Bu her ay tekrarladığım bir huy olmuştu artık. Bu huy beni üstlendiğim görevi îfâ etmeye sevk ediyordu. Ben ve Muhammed önümüzdeki yolu süratle katediyorduk. Onu hiçbir zaman yalnız bırakmıyordum. Özgürlük ruhunu düşüncelerine yansıtmaya ve inancındaki şüpheleri artırmaya çalışıyordum.
Her zaman ona önünde parlak bir gelecek var diye ümit verirdim. Onun parlak zekası ve dini meselelerdeki üstün yeteneğinden övgü ile söz ederdim.
RÜYA BİLE UYDURUYOR
Bir defasında uydurduğum bir rüyayı kendisine şöyle anlattım. Rüyamda gördüm ki, Peygamber, hatiplerin anlattığı gibi bir heyet ile kürsüye oturmuş. Etrafı benim hiçbirini tanımadığım âlimler sarmıştı. Aniden sen meclise girdin. Ve sen Muhammed Abdülvehhab, yüzünden nur saçıyordun. Peygamberin yanına vardığında o sana saygı göstererek, yerinden kalkıp alnından öperek dedi ki: 'Ey benim adaşım, sen benim ilmimin varisisin. Müslümanların din ve dünya işlerinde benim vekilimsin'. Sen dedin ki, 'Ya Resulallah, ben ilmimi halka açıklamaktan korkarım'. Peygamber sana, 'Gönlünde korkuya yer verme, sen sandığından daha büyüksün' buyurdu.
M. Abdülvehhab bu yalan hikayemi duyduğunda sevincinden uçacak gibiydi. Hep sorardı, 'rüyalarında doğru musun?" Ve ben ona her defasında güven verirdim. Benim rüyamı duyduğu anda yeni mezhebini açıklayacağı ve halkı davet edeceği hususunda ciddi bir şekilde karar almıştı". Daha sonra Sömürgeler Bakanlığı'ndan aldığı başka bir talimat üzerine Kerbela ve Necef'e giden Humpher, Muhammed Abdülvvehab hakkında duyduğu endişeyi şöyle ifade ediyor:
"Birkaç ay sonra Basra'dan Kerbela ve Necef'e gittiğimde Abdülvehhab hakkında endişe duymakta idim. Onun tayin ettiğim yolda sabit kalacağından emin değildim. O daima değişiklik isterdi. Ayrıca bir yerde duramaz, sinirli sinirli dolaşırdı. Bildiğim diğer özelliklerini de dikkate alınca şimdiye kadar sarf ettiğim çabaların ve onun için beslediğim arzuların boşa çıkacağından korkuyordum.
Basra'ya gideceğim gün o ısrarla Türkiye'ye gitmek ve bazı bilgileri edinmek için direniyordu. Şiddetle buna karşı çıkarak, Türkiye'de bazı konuşmalarından dolayı kendisini tekfir edebileceklerinden korktuğumu belirttim. Oysa işin aslı bazı Sünni alimler ile konuşmasını istemiyordum. Onların daha sağlam deliller ile onu yeniden Sünniliğe döndürebileceklerinden ve planlarımın suya düşeceğinden korkuyordum. Şeyhin Basra'dan çıkmaya ısrarlı olduğunu görünce ona İran'a gidip Şiraz ve Isfahan şehirlerini gezmesini söyledim. Oraların yani o iki şehrin halkı Şii idi ve inançlarının şeyhi etkileyeceğini sanmıyordum. Bu konuda kesinlikle emindim. Zira Şeyhi tanırdım.
Vedalaşırken ona takiyyeye inanıp inanmadığını sordum. 'Tabii inanırım' dedi. Zira Peygamberin sahabelerinden biri, muhtemelen 'Mikdad' olması gerek babasını, anasını öldüren müşrikler ile karşılaştığında can korkusundan onlardan olduğunu söylerdi.
Ona dedim ki, "Bu nedenle İran'da takiyye etmen vaciptir. Kendini halis Şii gibi göstermelisin. Böylece güvencede olur, oradaki alimlerle görüşebilirsin. İranlıların geleneğini, göreneğini daha iyi öğrenebilirsin. Zira bunları öğrenmen gelecekte amaçlarına ulaşabilmek için sana yardımcı olur'.
Bu konuşmadan sonra 'zekat' adıyla kendisine bir miktar para ve ihtiyacı olduğu için bir de at alıp verdim. Ve ondan ayrıldım. Endişem şunun içindir ki, onunla ayrıldığımız zaman tekrar Basra'ya döneceğimiz hususunda anlaşmıştık. Hangimiz daha önce dönersek durumumuzla ilgili yazı yazıp Abdurrıza'ya bırakacaktık".
HUMPHER TAKDİR EDİLİYOR
Humpher uzun zaman Abdülvehhab'dan haber alamadığını ifade ediyor ve bir süre sonra Londra'ya döndüğünde Sömürgeler Bakanı ile aralarında geçen şu konuşmayı naklediyor:
"Bakan özellikle Muhammed Abdülvehhab'a nüfuz ederken gösterdiğim ustalıktan ötürü son derece sevinçliydi. Hiç unutmam 'Muhammed'e nüfuz etmek Sömürgeler Bakanlığı'nın en büyük hedefidir' diyordu. Bakan, bir takım anlaşmalar yaparak gelecekte bizim için yapacağı işleri kendisine anlatmamı ısrarla istiyordu. Sürekli söylüyordu. 'Sömürgeler Bakanlığı için katlandığın bunca zahmet sonucu sadece Şeyh Muhammed'in keşfi ve ona nüfuz edilmesi neticesi elde edilmiş olsa idi. Yine de bunca eziyet ve zahmete değer'. Sömürgeler Bakanı, Şeyh'in ne olduğundan endişe ettiğimi görünce, soğukkanlılıkla 'rahat ol, Şeyh şimdiye kadar ona öğrettiklerinden şaşmamıştır. Bizim gizli memurlarımız Isfahan'da şimdiye kadar onunla temas halindeydiler ve gönderdikleri raporlardan bugüne kadar hiç yolundan caymadığı anlaşılıyor' dedi. Sonraları Şeyh ile tekrar görüştüğümde bana Isfahan'da benim kardeşim olduğunu söyleyen Abdülkerim adında biriyle tanıştığını söyledi. O, bu vesile ile Şeyh'in güvenini kazanarak sırlarını öğrenmeyi başarmış. Bu arada Safiye de daha sonra Isfahan'a gelerek iki aylığına daha Şeyh'le evlenmiş. Şiraz yolculuğu sırasında Safiye Şeyh'e eşlik etmemiş. Abdülkerim'le birlikte Şiraz'a gitmişler. Abdülkerim orada, Safiye'den daha güzel bir mut'a bulmuş Şeyh'e. Bu kadının ismi Asiye ve Şiraz'da mukim Yahudilerden imiş".