Kamil BAYRAKTAR e-mail: kamilbayraktar@yenimesaj.com.tr
Irak'a savaş açan sistemin içinden gelenler bu savaşın bir petrol, Bush'un politik kariyer savaşı olduğunu söylüyorlar. Uzmanlar, ilim, fikir ve siyaset adamları içinde arz-ı mev'ud da bulunan bir haçlı savaşı, hedefte Türkiye'nin bulunduğu bir büyük oyun olduğunu belirtiyorlar. İçinde Haçlılara göğüs germe misyon ve birikimi de bulunan Türk milletinin şanlı tarihinin bir kırılma, dönüm noktasında bulunduğu mesajını veriyorlar.
Buraya kadar, Irak'a saldırmak için en büyük gerekçe olarak sunulan, Irak'ın ne kimyasal, ne biyolojik, ne de nükleer kitle imha silahlarına sahip bulunmadığını, "Irak'a demokrasi götüreceğiz" sözlerinin gülünç ve bir masaldan ibaret olduğunu, ortaya koyduk. Kısacası Irak'a karşı savaş tamtamları çalanların gerekçelerinin temelsizliğini, BM eski Denetçisi William Scott Ritter'in dilinden gözler önüne serdik. Gerekçelerin bu temelsizliğine rağmen ABD'nin dediğini yapması halinde, içinde nükleer silahların, atom bombalarının da yer alacağı bir kıyamet senaryosunun gerçeğe dönüşeceğini belirttik. Gerçek bu iken ABD, niçin hâlâ, savaş da savaş deyip duruyor. ABD'nin amacı sanallığı ortaya çıkan kitle imha silahlarını yok etmek, Irak'a demokrasi götürmek midir? Yoksa başka niyetleri mi var ABD'nin? ABD, ne yapmak istemektedir?
Batı'nın "Kan ve Petrol" felsefesi müfredatta
Mesela şu sıkça söz edildiği şekliyle ABD, Saddam yönetiminde olduğu sürece dünyanın ikinci büyük petrol üreticisi ülke Irak'tan ihtiyaç duyduğu petrolü alamama endişesi mi taşımaktadır? Irak'la savaş isteği gerçeğinde petrolün rolünü gözardı etmek mümkün değil elbette. Şüphesiz, petrol, bu savaşın önemli argümanlarından biridir. Bu argümanın bir açılımını ABD'nin ihtiyaç duyduğu enerjinin hammaddesi petrolün ABD'ye sorunsuz akması isteğinin oluşturduğunu da söylemek mümkün olabilir. Irak için savaş tamtamları çalmaya kaynak teşkil eden sebeplerden biri bu endişe ve istek oladursun, petrolün başındaki Irak, akıntıya ket vurmama konusunda bugün itildiği vahim konjonktürde bile garanti vermektedir. Irak'ın bu tavrını Ritter, ABD'nin endişelerini de geçersiz kılacak şekliyle şu sözlerle dile getirmektedir:
"Dünyanın bu bölgesi petrol dolu. Irak'tan istediğimiz kadar petrol alabiliriz. Irak petrol bakanı gayet açık bir şekilde, yaptırımlar kalktığı anda Irak'ın ABD'nin stratejik enerji ihtiyaçlarını karşılaması için elinden geleni yapacağını söyledi. Irak bize petrol satmayacak diye bir şey yok yani."
Bu sözler şunu ortaya koyuyor. Irak özelinde ABD'nin istediklerinden biri, petrolün bizzat kendisidir. Suyun başını bizzat elinde tutmaktır. Kaldı ki bu istek kapalı kapılar ardında olup bilinmeyen bir istek de değildir. Dahası ABD, uluslararası hukuktan ne anladığını ortaya koyan ve başka bir devletin ulusal egemenliğini hiçe sayan bir kanun bile çıkartmış, ABD Kongresi mahreçli, 1998 tarihli, "Irak'ın özgürleştirilmesi" adlı bu kanunda, "ABD'nin bu konudaki angajmanının amacı, Ulusal Güvenlik Stratejisi'nde belirtildiği gibi, ABD'nin bölgedeki hayati çıkarlarını, ABD ve müttefiklerinin Körfez petrolüne kesintisiz, güvenli erişimini korumaktır" şeklinde amacını ortaya koymuştur. 2001'e gelindiğinde de ABD'nin derin devleti, Başkan Yardımcısı Dick Cheney, "Ulusal Enerji Politikası Raporu"nda, "Körfez petrolüne ABD'nin erişimini kolaylaştırmak"tan bahsediyordu. Kaldı ki ABD, bugün Irak için yapmak istediğini dün de yapmış, İran'da, başbakan Musaddık petrolü devletleştirince, ABD ve İngiliz ortak yapımı bir müthiş örtülü savaş ile devrilmiş, yerine Humeyni tarafından devrilinceye kadar ABD'nin Ortadoğu'daki jandarmalığını üstlenecek olan Şah Rıza Pehlevi getirilmişti.
Gün ışığına çıkan başka söylemler ise, ABD'nin, ihtiyacı olan petrolün akışını en kolay temin etmenin yolunun suyun başını denetimine almaktan öte hedefleri olduğunu da ortaya koyuyor. ABD Başkanı Bush'un ekonomi danışmanı Lawrence Lindsey'in, "Irak'ta rejim değişince, dünya petrol arzına günde 3-5 milyon varil ekleyebilirsiniz. Savaşın başarıya ulaşması, ekonomi için hayırlıdır" sözleri ile, CIA'nın eski başkanı James Woolsey'in, "Irak günde 1 milyon varil petrol ihraç edebiliyor. ABD işgali altında bu, 3-4 milyon varile çıkabilir ve dünya fiyatlarının kontrol edilmesini sağlar" şeklindeki değerlendirmesi bu hedefin ne olduğunu ortaya koyuyor.
"A?LAMA DUVARI" DEVREDE-
Patrick Buchanan, "Washington'da Irak'a karşı bir savaş açmamızı savunan yegane güç, İsrail ve onun buradaki 'Ağlama duvarı' (yani lobisi)dir" tespitini yapıyor. Ritter de bu "Ağlama duvarı"nın temel taşlarını, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz ve "Karanlıkla Prensi" Richard Perle olarak belirtiyor. Beyazsaray'daki sözcülerinin ise Başkan Bush'un Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice olduğunu ifade ediyor. Ritter, "Bunlar İsrail'le son derece sıkı bağları olan, Irak'ın İsrail ve ABD için tehdit oluşturduğuna inanan yeni muhafazakâr bir düşünce ikliminden geliyorlar" diyor.
ABD'deki "Ağlama Duvarı"nın rolü
Belkemiğini, BM Denetçisi W. Scott Ritter'le yapılan söyleşinin oluşturduğu kitapta, Bush'u savaşa sürükleyen şahinlerin isimleri ve kimlikleri hakkında yapılan açıklamalar, bu savaş tamtamını çalan maşaların arkasında bulunanların da olduğu gerçeğine götürüyor. Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz ve Richard Perle, bu isimler. Üçünün de ortak özelliği İsrail'i, İsrail'den daha çok sevdiklerini göstermeleri olan bu isimlerin kimlikleri hakkında şunları söylüyor Ritter: "Bunlar İsrail'le son derece sıkı bağları olan, Irak'ın İsrail ve ABD için tehdit oluşturduğuna inanan yeni muhafazakâr bir düşünce ikliminden geliyorlar... İsrail bu meseleyi yönlendirmiyor. Bunlar, çok güçlü bir İsrail taraftarlığı olan yeni muhafazakârlardır diyorum."
Patrick Buchanan'ın, "Washington'da Irak'a karşı bir savaş açmamızı savunan yegane güç, İsrail ve onun buradaki 'Ağlama duvarı' (yani lobisi)dir" şeklindeki tespiti, bu "ağlama duvarı"nın ileri karakolluğunu yapanların başında bu üç ismin geldiğini göstermektedir. Bu üç ismin Beyaz Saray'daki sözcüsü ise Başkan Bush'un Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice'dan başkası değildir. Bu savaşın arkasındaki gücün veya en azından güçlerden birinin İsrail olduğunu, Mossad eski ajanlarından Victor Ostrovsky de şu sözleri ile dikkatlere sunmaktadır: "Mossad'ın LAP-LohAma Psicologit Bölümü çeşitli dezenformasyonlarla Saddam'ı canavar olarak gösterme çabası içindeydi. Savaşı ABD'ye yaptırmak ve de savaşın tümüyle dışında kalmak çok avantajlıydı."
İsrail'in neden bu savaşın itici güçlerinden biri olabileceği hususunda, bilmeyenler için şu küçük bilgi ve değerlendirmeyi aktarmakta fayda vardır: 2000 yıllık rüyanın gerçekleşmesi olarak telakki edilebilecek İsrail, bu rüyanın sadece bir parçasıdır. Rüyanın tamamı "Arz-ı Mev'ud (Vadedilmiş topraklar)"dur. "Nil'den Fırat'a" şeklinde sınırları çizilen Arz-ı Mev'ud'un gerçekleşmesinin önündeki ülkelerden biridir Irak. Ve bu engelin ortadan kaldırılması, engel olmayacak konuma getirilmesi gerekmektedir. Bunun için mevcut dünya konjonktürünün bulunmaz bir fırsat olduğunun bilincindedir İsrail. Öyle ki İsrail, bu işe halloldu gözü ile bile bakmakta, daha başka engellere yüzünü çevirmiş bulunmaktadır. İsrail Başbakanı Ariel Şaron'un, geçen hafta ortaya attığı, "Irak, elindeki bazı kimyasal ve biyolojik silahları Suriye'ye gönderdi" şeklindeki sözleri boş yere söylenmiş sözler değildir. Tam da zamanında söylenmiş sözlerdir. Şaron'un ardından İsrail Devlet Bakanı Dan Meridor'un bir adım daha ileri giderek Suriye'nin kimyasal silah üretmekte olduğunu ve elinde kimyasal başlıklı 100 füze bulunduğunu ileri sürmesi, hedefin Irak'la sınırlı olmadığını göstermektedir. Cezayir'in Fransızlara karşı verdiği istiklal savaşının önderlerinden ve ilk devlet başkanı Ahmet bin Bella'nın, "Irak'tan sonra sıra İran, Suriye ve Mısır'a bile gelecek" açıklaması ise hedefin sınırları hakkında bilgi vermekte, Irak'a atılacak taşın oluşturduğu dalganın hangi ülkelere yayılacağını dikkatlere sunmaktadır. Arz-ı Mev'ud'da Türkiye'ye ait toprakların da yer aldığını Ahmet bin Bella'nın dikkatlere sunduğu gerçeğe eklediğimizde, Irak olayının, "petrole erişim", "petrolde suyun başını tutma", "Başkan Bush'un politik kariyeri"nden daha da ötelere uzanan bir hareketin başlangıç noktasını teşkil ettiği görülecektir.
Son Haçlı Savaşı
BM eski Denetçisi W. Scott Ritter, kendisi ile yapılan söyleşinin bir yerinde ilginç bir tespitte bulunmakta, "ABD bunu Batı ile İslam arasında bir savaşa dönüştürmekte" demektedir. Bu tespiti ile sistemin içinden gelen Ritter, yine sistemin içinden biri olan Huntington'un "Medeniyetler Çatışması"nı satırlara dökerken hiç de işkembeden atmadığını ortaya koymaktadır. 11 Eylül'den hemen sonra Başkan Bush'un yeni bir Haçlı seferi başlattığını açıklamasının da tesadüfi olmadığını göstermektedir. Bu seferin uzun süreceğini de belirten Başkan Bush'un ABD'si, gerçekten de bir Haçlı seferi başlatmıştır. Irak'a savaş olayı bal gibi bir Haçlı seferidir. Yukarıda adından bahsettiğimiz Cezayir İstiklal Hareketinin liderlerinden ve bağımsızlıktan sonraki ilk devlet başkanı Ahmet Bin Bella'nın, 400 aydının katılımıyla Kahire'de gerçekleşen, "ABD'nin Irak'a Saldırısına Karşı Uluslararası Kampanya" toplantısında açıkladığı gibi bu bir "Son Haçlı Savaşı" özelliği taşımaktadır. Yeni bir Haçlı seferinin düğmesine basan ABD, belirlenen yeni "Kudüs"lere (Petrol, Arz-ı Mev'ud, Bush'un politik kariyeri vs.) ulaşmak için, Irak basamağının, İslam ülkeleri tarafından bir Haçlı seferi olarak algılanmasını istemiyor. Afganistan örneğinde olduğu gibi Türkiye'yi de bu sefere dahil etmenin peşinde koşuyor. Mustafa Hilmi Yıldırım'ın deyişiyle, "Şu hale bakınız ki Haçlı seferlerine karşı göğüs geren şanlı Türk milletini, şimdi bu kirli savaşın bir unsuru yapmaya çalışıyorlar." (Yeni Mesaj; 30.12.2002). İşte bu tespit gerçekleşirse, tarih, müthiş bir kırılma örneğine daha tanıklık edecektir. Haçlılara karşı koymak, misyonu olan, varoluş gerekçesi sayılan, mazlum milletler nezdindeki itibarında büyük bir birikim kabul edilen bir milletin evlatları, bu tarihi mirası bir tarafa iterek, hiçe sayarak, Haçlıların yanında, bir taraftan Selahaddin Eyyubi'nin torunlarını, diğer taraftan da kendi "hayat suyu"nu, köklerini kesecektir. Hem de bunu AB üyeliği sonucunda gelecek Macarlaşmanın beraberinde getireceği, Hıristiyan şövalyeler kimliğine bürünmeyi beklemeden, Müslüman kimliğiyle yapmış olacaktır.
Türkiye, gerçekten de kırılırsa müthiş bir yıkımın yaşanacağı fay hattının üzerinde bulunmaktadır. Kırılırsa geri dönüşü mümkün olmayacak yıkımlara yol açacak fayın kırılıp kırılmaması elindedir. Türkiye, bu fayın kırılmaması için Haçlıların yanında savaşa girmekten, kardeşleri ile birlikte kendini var eden değerleri de keserek gelecek nesillerin lanetini celbedecek, kahrına mazhar olacak bir zilletle tarihe geçmekten kaçınmalıdır. ABD'nin yanında, İsrail'in, kendi topraklarına kadar uzanan Arz-ı Mev'ud hedefinin yoluna taş döşemekten kaçınmalıdır. İlk Körfez Krizi çıkar çıkmaz, 2. Kuvay-ı Milliyenin önderi, BTP Lideri Prof. Dr. Haydar Baş'ın olayın arka planını görerek, sağır sultanın bile duyabileceği şekilde kamuoyuna duyurduğu şekliyle büyük bir oyunun sahneye konduğunu, asıl hedefin Türkiye olduğunu, ABD 'nin yanında savaşa "evet" demenin ilmeği, kendi eliyle boynuna geçirmek demek olduğunu bilmelidir. Bu kadar büyük düşünmeyi göze almaya cesaret edemeyenler ise, en azından, "dosya"mıza konu ettiğimiz ve BM Denetçisi W. Scott Ritter'in açıklamalarının belkemiğini oluşturduğu kitapçığa önsöz yazan, Roni Margulies'in, "Türkiye hükümetine savaşa katıldığı takdirde iç sorunlar yaşayacağı mesajını vermek bize kalmış" şeklindeki mesajına kulak vermeyi bari bilmelidir. Bu kulak vermeyi 30 bin can, 100 milyar doları aşkın para ve 15 yıl gibi koca bir zaman kaybına yol açan Güneydoğu gerçeğini hatırlayarak yapmalıdır.
Prof. Dr. Haydar Baş: "Asıl Hedef Türkiye"
1990'da, Körfez krizi ilk çıktığında, bir isim, bugünün BTP Lideri Prof. Dr. Haydar Baş, Irak'ın bahane olup asıl hedefin Türkiye olduğu büyük bir oyunun sahneye konduğunu söyledi. İlk savaş olayının sadece ekonomik alanda, Türkiye'yi IMF kapısında dilenciliğe, AB kapısında köleliğe sürükleyen etkenlerden biri olarak zarar hanemize yazılan 100 milyar doları aşkın rakamın oluştuğu zaman onu doğruladı. Prof. Dr. Haydar Baş, şimdi de aynı şeyleri söylüyor. Irak'la savaşın sonuçlarından birinin Kuzey Irak'ta bir Kürt devleti olacağını belirterek, "Kürt unsurlar, İran'da, Suriye'de, Türkiye'de de var. Bileşik kaplar kanunu gereği bu sonuç, Türkiye dahil bu ülkeleri de etkileyecek" diyor. Bu tehlikeyi, televizyonlarda söyleyen, makalelerinde yazan, Kuvay-ı milliye toplantılarında dikkatlere sunan, 3 Kasım seçimleri öncesinde de karış karış dolaştığı Anadolu insanına anlatan Prof. Dr. Haydar Baş, Türkiye'nin, ABD yanında savaşa girerek bu "büyük oyun"a gelmemesi gerektiğinin altını çiziyor.
Venezuella'ya bak Irak'ı anla
ABD'nin, kitle imha silahlarını yok etmek veya demokrasi götürmek için mi, yoksa petrol için mi Saddam'la savaşmak istediğini anlamak için Venezuella güzel bir örnek teşkil ediyor. Bir diktatör olarak nitelediği Saddam'ı devirmek için girmedik kılık bırakmayan ABD, Venezuella'da, demokratik yollarla başa gelen Chavez'e darbe yaptırdı. 11 Nisan 2002'deki bu darbe pek işe yaramadı. Yapılan ilk seçimde Chavez bu kez, % 57 gibi bir çoğunlukla işbaşına geldi. Geldi ama kendisinin de, ülkesinin de başı bir türlü dertten kurtulmadı. Başta grev olmak üzere ülke ABD destekli iç kargaşalar içinde kendini buldu. Çünkü, Venezuella dünyanın beşinci büyük petrol üreticisi ve yeni petrol yasası ile uluslararası petrol şirketlerinin % 80'ine hakim olduğu petrol devi PDVSA'nın devletleştirilmesi gündemde. Irak'a başlattığı Haçlı seferinde meydana gelebilecek bir petrol krizinde, Venezuella petrollerini garantiye almak istiyor. Kısacası, esas olan ABD'nin, petrole olan iştiyakını gidermesi olup, bu iştiyakı gidermeye engel ülkenin diktatörlük ya da demokrasi olması önem taşımıyor.
Saddam'ı iktidarda bırakan kim?
Bugün Saddam'ı devirmek ve totaliter rejimin yerine güya demokrasi getirmek için Irak'a karşı savaş çığlıkları atan ABD'nin bu hareketinin ne kadar geçerli olduğunu veya perde arkasında ne niyetler taşıdığını gösteren bir olay da Saddam Hüseyin'in, ilk Körfez Savaşında yerinde bırakılmasıdır. ABD, yapabileceği halde Saddam'ı devirmemiştir. Kitapta bu olaya da yer verilirken, ABD'nin nasıl ikiyüzlü bir tavır sergilediği şöyle ortaya konuluyor: "Saddam'a karşı ABD teşvikli isyanlar sonuç vermedi. Birliklere komuta eden General Norman Schwartzkopf, Irak helikopterlerinin ülkenin kuzeyinde ve güneyinde başkaldıran Şiilere ve Kürtlere saldırmaları için ABD hatlarının üzerinden geçmelerine göz yumdu ama Saddam'a başkaldıran Cumhuriyet Muhafızlarının silah depolarına ulaşmalarına izin vermedi. Saddam ayaklanmacıları şiddetle ezerek hakimiyetini güçlendirdi. ABD Saddam'ı Kuveyt'ten çıkarmak için savaşa girmişti ama savaşın ertesinde Saddam'ın iktidarda kalmasını sağladı."
BİTTİ.
Irak'a savaş açan sistemin içinden gelenler bu savaşın bir petrol, Bush'un politik kariyer savaşı olduğunu söylüyorlar. Uzmanlar, ilim, fikir ve siyaset adamları içinde arz-ı mev'ud da bulunan bir haçlı savaşı, hedefte Türkiye'nin bulunduğu bir büyük oyun olduğunu belirtiyorlar. İçinde Haçlılara göğüs germe misyon ve birikimi de bulunan Türk milletinin şanlı tarihinin bir kırılma, dönüm noktasında bulunduğu mesajını veriyorlar.
Buraya kadar, Irak'a saldırmak için en büyük gerekçe olarak sunulan, Irak'ın ne kimyasal, ne biyolojik, ne de nükleer kitle imha silahlarına sahip bulunmadığını, "Irak'a demokrasi götüreceğiz" sözlerinin gülünç ve bir masaldan ibaret olduğunu, ortaya koyduk. Kısacası Irak'a karşı savaş tamtamları çalanların gerekçelerinin temelsizliğini, BM eski Denetçisi William Scott Ritter'in dilinden gözler önüne serdik. Gerekçelerin bu temelsizliğine rağmen ABD'nin dediğini yapması halinde, içinde nükleer silahların, atom bombalarının da yer alacağı bir kıyamet senaryosunun gerçeğe dönüşeceğini belirttik. Gerçek bu iken ABD, niçin hâlâ, savaş da savaş deyip duruyor. ABD'nin amacı sanallığı ortaya çıkan kitle imha silahlarını yok etmek, Irak'a demokrasi götürmek midir? Yoksa başka niyetleri mi var ABD'nin? ABD, ne yapmak istemektedir?
Batı'nın "Kan ve Petrol" felsefesi müfredatta
Mesela şu sıkça söz edildiği şekliyle ABD, Saddam yönetiminde olduğu sürece dünyanın ikinci büyük petrol üreticisi ülke Irak'tan ihtiyaç duyduğu petrolü alamama endişesi mi taşımaktadır? Irak'la savaş isteği gerçeğinde petrolün rolünü gözardı etmek mümkün değil elbette. Şüphesiz, petrol, bu savaşın önemli argümanlarından biridir. Bu argümanın bir açılımını ABD'nin ihtiyaç duyduğu enerjinin hammaddesi petrolün ABD'ye sorunsuz akması isteğinin oluşturduğunu da söylemek mümkün olabilir. Irak için savaş tamtamları çalmaya kaynak teşkil eden sebeplerden biri bu endişe ve istek oladursun, petrolün başındaki Irak, akıntıya ket vurmama konusunda bugün itildiği vahim konjonktürde bile garanti vermektedir. Irak'ın bu tavrını Ritter, ABD'nin endişelerini de geçersiz kılacak şekliyle şu sözlerle dile getirmektedir:
"Dünyanın bu bölgesi petrol dolu. Irak'tan istediğimiz kadar petrol alabiliriz. Irak petrol bakanı gayet açık bir şekilde, yaptırımlar kalktığı anda Irak'ın ABD'nin stratejik enerji ihtiyaçlarını karşılaması için elinden geleni yapacağını söyledi. Irak bize petrol satmayacak diye bir şey yok yani."
Bu sözler şunu ortaya koyuyor. Irak özelinde ABD'nin istediklerinden biri, petrolün bizzat kendisidir. Suyun başını bizzat elinde tutmaktır. Kaldı ki bu istek kapalı kapılar ardında olup bilinmeyen bir istek de değildir. Dahası ABD, uluslararası hukuktan ne anladığını ortaya koyan ve başka bir devletin ulusal egemenliğini hiçe sayan bir kanun bile çıkartmış, ABD Kongresi mahreçli, 1998 tarihli, "Irak'ın özgürleştirilmesi" adlı bu kanunda, "ABD'nin bu konudaki angajmanının amacı, Ulusal Güvenlik Stratejisi'nde belirtildiği gibi, ABD'nin bölgedeki hayati çıkarlarını, ABD ve müttefiklerinin Körfez petrolüne kesintisiz, güvenli erişimini korumaktır" şeklinde amacını ortaya koymuştur. 2001'e gelindiğinde de ABD'nin derin devleti, Başkan Yardımcısı Dick Cheney, "Ulusal Enerji Politikası Raporu"nda, "Körfez petrolüne ABD'nin erişimini kolaylaştırmak"tan bahsediyordu. Kaldı ki ABD, bugün Irak için yapmak istediğini dün de yapmış, İran'da, başbakan Musaddık petrolü devletleştirince, ABD ve İngiliz ortak yapımı bir müthiş örtülü savaş ile devrilmiş, yerine Humeyni tarafından devrilinceye kadar ABD'nin Ortadoğu'daki jandarmalığını üstlenecek olan Şah Rıza Pehlevi getirilmişti.
Gün ışığına çıkan başka söylemler ise, ABD'nin, ihtiyacı olan petrolün akışını en kolay temin etmenin yolunun suyun başını denetimine almaktan öte hedefleri olduğunu da ortaya koyuyor. ABD Başkanı Bush'un ekonomi danışmanı Lawrence Lindsey'in, "Irak'ta rejim değişince, dünya petrol arzına günde 3-5 milyon varil ekleyebilirsiniz. Savaşın başarıya ulaşması, ekonomi için hayırlıdır" sözleri ile, CIA'nın eski başkanı James Woolsey'in, "Irak günde 1 milyon varil petrol ihraç edebiliyor. ABD işgali altında bu, 3-4 milyon varile çıkabilir ve dünya fiyatlarının kontrol edilmesini sağlar" şeklindeki değerlendirmesi bu hedefin ne olduğunu ortaya koyuyor.
"A?LAMA DUVARI" DEVREDE-
Patrick Buchanan, "Washington'da Irak'a karşı bir savaş açmamızı savunan yegane güç, İsrail ve onun buradaki 'Ağlama duvarı' (yani lobisi)dir" tespitini yapıyor. Ritter de bu "Ağlama duvarı"nın temel taşlarını, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz ve "Karanlıkla Prensi" Richard Perle olarak belirtiyor. Beyazsaray'daki sözcülerinin ise Başkan Bush'un Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice olduğunu ifade ediyor. Ritter, "Bunlar İsrail'le son derece sıkı bağları olan, Irak'ın İsrail ve ABD için tehdit oluşturduğuna inanan yeni muhafazakâr bir düşünce ikliminden geliyorlar" diyor.
ABD'deki "Ağlama Duvarı"nın rolü
Belkemiğini, BM Denetçisi W. Scott Ritter'le yapılan söyleşinin oluşturduğu kitapta, Bush'u savaşa sürükleyen şahinlerin isimleri ve kimlikleri hakkında yapılan açıklamalar, bu savaş tamtamını çalan maşaların arkasında bulunanların da olduğu gerçeğine götürüyor. Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz ve Richard Perle, bu isimler. Üçünün de ortak özelliği İsrail'i, İsrail'den daha çok sevdiklerini göstermeleri olan bu isimlerin kimlikleri hakkında şunları söylüyor Ritter: "Bunlar İsrail'le son derece sıkı bağları olan, Irak'ın İsrail ve ABD için tehdit oluşturduğuna inanan yeni muhafazakâr bir düşünce ikliminden geliyorlar... İsrail bu meseleyi yönlendirmiyor. Bunlar, çok güçlü bir İsrail taraftarlığı olan yeni muhafazakârlardır diyorum."
Patrick Buchanan'ın, "Washington'da Irak'a karşı bir savaş açmamızı savunan yegane güç, İsrail ve onun buradaki 'Ağlama duvarı' (yani lobisi)dir" şeklindeki tespiti, bu "ağlama duvarı"nın ileri karakolluğunu yapanların başında bu üç ismin geldiğini göstermektedir. Bu üç ismin Beyaz Saray'daki sözcüsü ise Başkan Bush'un Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice'dan başkası değildir. Bu savaşın arkasındaki gücün veya en azından güçlerden birinin İsrail olduğunu, Mossad eski ajanlarından Victor Ostrovsky de şu sözleri ile dikkatlere sunmaktadır: "Mossad'ın LAP-LohAma Psicologit Bölümü çeşitli dezenformasyonlarla Saddam'ı canavar olarak gösterme çabası içindeydi. Savaşı ABD'ye yaptırmak ve de savaşın tümüyle dışında kalmak çok avantajlıydı."
İsrail'in neden bu savaşın itici güçlerinden biri olabileceği hususunda, bilmeyenler için şu küçük bilgi ve değerlendirmeyi aktarmakta fayda vardır: 2000 yıllık rüyanın gerçekleşmesi olarak telakki edilebilecek İsrail, bu rüyanın sadece bir parçasıdır. Rüyanın tamamı "Arz-ı Mev'ud (Vadedilmiş topraklar)"dur. "Nil'den Fırat'a" şeklinde sınırları çizilen Arz-ı Mev'ud'un gerçekleşmesinin önündeki ülkelerden biridir Irak. Ve bu engelin ortadan kaldırılması, engel olmayacak konuma getirilmesi gerekmektedir. Bunun için mevcut dünya konjonktürünün bulunmaz bir fırsat olduğunun bilincindedir İsrail. Öyle ki İsrail, bu işe halloldu gözü ile bile bakmakta, daha başka engellere yüzünü çevirmiş bulunmaktadır. İsrail Başbakanı Ariel Şaron'un, geçen hafta ortaya attığı, "Irak, elindeki bazı kimyasal ve biyolojik silahları Suriye'ye gönderdi" şeklindeki sözleri boş yere söylenmiş sözler değildir. Tam da zamanında söylenmiş sözlerdir. Şaron'un ardından İsrail Devlet Bakanı Dan Meridor'un bir adım daha ileri giderek Suriye'nin kimyasal silah üretmekte olduğunu ve elinde kimyasal başlıklı 100 füze bulunduğunu ileri sürmesi, hedefin Irak'la sınırlı olmadığını göstermektedir. Cezayir'in Fransızlara karşı verdiği istiklal savaşının önderlerinden ve ilk devlet başkanı Ahmet bin Bella'nın, "Irak'tan sonra sıra İran, Suriye ve Mısır'a bile gelecek" açıklaması ise hedefin sınırları hakkında bilgi vermekte, Irak'a atılacak taşın oluşturduğu dalganın hangi ülkelere yayılacağını dikkatlere sunmaktadır. Arz-ı Mev'ud'da Türkiye'ye ait toprakların da yer aldığını Ahmet bin Bella'nın dikkatlere sunduğu gerçeğe eklediğimizde, Irak olayının, "petrole erişim", "petrolde suyun başını tutma", "Başkan Bush'un politik kariyeri"nden daha da ötelere uzanan bir hareketin başlangıç noktasını teşkil ettiği görülecektir.
Son Haçlı Savaşı
BM eski Denetçisi W. Scott Ritter, kendisi ile yapılan söyleşinin bir yerinde ilginç bir tespitte bulunmakta, "ABD bunu Batı ile İslam arasında bir savaşa dönüştürmekte" demektedir. Bu tespiti ile sistemin içinden gelen Ritter, yine sistemin içinden biri olan Huntington'un "Medeniyetler Çatışması"nı satırlara dökerken hiç de işkembeden atmadığını ortaya koymaktadır. 11 Eylül'den hemen sonra Başkan Bush'un yeni bir Haçlı seferi başlattığını açıklamasının da tesadüfi olmadığını göstermektedir. Bu seferin uzun süreceğini de belirten Başkan Bush'un ABD'si, gerçekten de bir Haçlı seferi başlatmıştır. Irak'a savaş olayı bal gibi bir Haçlı seferidir. Yukarıda adından bahsettiğimiz Cezayir İstiklal Hareketinin liderlerinden ve bağımsızlıktan sonraki ilk devlet başkanı Ahmet Bin Bella'nın, 400 aydının katılımıyla Kahire'de gerçekleşen, "ABD'nin Irak'a Saldırısına Karşı Uluslararası Kampanya" toplantısında açıkladığı gibi bu bir "Son Haçlı Savaşı" özelliği taşımaktadır. Yeni bir Haçlı seferinin düğmesine basan ABD, belirlenen yeni "Kudüs"lere (Petrol, Arz-ı Mev'ud, Bush'un politik kariyeri vs.) ulaşmak için, Irak basamağının, İslam ülkeleri tarafından bir Haçlı seferi olarak algılanmasını istemiyor. Afganistan örneğinde olduğu gibi Türkiye'yi de bu sefere dahil etmenin peşinde koşuyor. Mustafa Hilmi Yıldırım'ın deyişiyle, "Şu hale bakınız ki Haçlı seferlerine karşı göğüs geren şanlı Türk milletini, şimdi bu kirli savaşın bir unsuru yapmaya çalışıyorlar." (Yeni Mesaj; 30.12.2002). İşte bu tespit gerçekleşirse, tarih, müthiş bir kırılma örneğine daha tanıklık edecektir. Haçlılara karşı koymak, misyonu olan, varoluş gerekçesi sayılan, mazlum milletler nezdindeki itibarında büyük bir birikim kabul edilen bir milletin evlatları, bu tarihi mirası bir tarafa iterek, hiçe sayarak, Haçlıların yanında, bir taraftan Selahaddin Eyyubi'nin torunlarını, diğer taraftan da kendi "hayat suyu"nu, köklerini kesecektir. Hem de bunu AB üyeliği sonucunda gelecek Macarlaşmanın beraberinde getireceği, Hıristiyan şövalyeler kimliğine bürünmeyi beklemeden, Müslüman kimliğiyle yapmış olacaktır.
Türkiye, gerçekten de kırılırsa müthiş bir yıkımın yaşanacağı fay hattının üzerinde bulunmaktadır. Kırılırsa geri dönüşü mümkün olmayacak yıkımlara yol açacak fayın kırılıp kırılmaması elindedir. Türkiye, bu fayın kırılmaması için Haçlıların yanında savaşa girmekten, kardeşleri ile birlikte kendini var eden değerleri de keserek gelecek nesillerin lanetini celbedecek, kahrına mazhar olacak bir zilletle tarihe geçmekten kaçınmalıdır. ABD'nin yanında, İsrail'in, kendi topraklarına kadar uzanan Arz-ı Mev'ud hedefinin yoluna taş döşemekten kaçınmalıdır. İlk Körfez Krizi çıkar çıkmaz, 2. Kuvay-ı Milliyenin önderi, BTP Lideri Prof. Dr. Haydar Baş'ın olayın arka planını görerek, sağır sultanın bile duyabileceği şekilde kamuoyuna duyurduğu şekliyle büyük bir oyunun sahneye konduğunu, asıl hedefin Türkiye olduğunu, ABD 'nin yanında savaşa "evet" demenin ilmeği, kendi eliyle boynuna geçirmek demek olduğunu bilmelidir. Bu kadar büyük düşünmeyi göze almaya cesaret edemeyenler ise, en azından, "dosya"mıza konu ettiğimiz ve BM Denetçisi W. Scott Ritter'in açıklamalarının belkemiğini oluşturduğu kitapçığa önsöz yazan, Roni Margulies'in, "Türkiye hükümetine savaşa katıldığı takdirde iç sorunlar yaşayacağı mesajını vermek bize kalmış" şeklindeki mesajına kulak vermeyi bari bilmelidir. Bu kulak vermeyi 30 bin can, 100 milyar doları aşkın para ve 15 yıl gibi koca bir zaman kaybına yol açan Güneydoğu gerçeğini hatırlayarak yapmalıdır.
Prof. Dr. Haydar Baş: "Asıl Hedef Türkiye"
1990'da, Körfez krizi ilk çıktığında, bir isim, bugünün BTP Lideri Prof. Dr. Haydar Baş, Irak'ın bahane olup asıl hedefin Türkiye olduğu büyük bir oyunun sahneye konduğunu söyledi. İlk savaş olayının sadece ekonomik alanda, Türkiye'yi IMF kapısında dilenciliğe, AB kapısında köleliğe sürükleyen etkenlerden biri olarak zarar hanemize yazılan 100 milyar doları aşkın rakamın oluştuğu zaman onu doğruladı. Prof. Dr. Haydar Baş, şimdi de aynı şeyleri söylüyor. Irak'la savaşın sonuçlarından birinin Kuzey Irak'ta bir Kürt devleti olacağını belirterek, "Kürt unsurlar, İran'da, Suriye'de, Türkiye'de de var. Bileşik kaplar kanunu gereği bu sonuç, Türkiye dahil bu ülkeleri de etkileyecek" diyor. Bu tehlikeyi, televizyonlarda söyleyen, makalelerinde yazan, Kuvay-ı milliye toplantılarında dikkatlere sunan, 3 Kasım seçimleri öncesinde de karış karış dolaştığı Anadolu insanına anlatan Prof. Dr. Haydar Baş, Türkiye'nin, ABD yanında savaşa girerek bu "büyük oyun"a gelmemesi gerektiğinin altını çiziyor.
Venezuella'ya bak Irak'ı anla
ABD'nin, kitle imha silahlarını yok etmek veya demokrasi götürmek için mi, yoksa petrol için mi Saddam'la savaşmak istediğini anlamak için Venezuella güzel bir örnek teşkil ediyor. Bir diktatör olarak nitelediği Saddam'ı devirmek için girmedik kılık bırakmayan ABD, Venezuella'da, demokratik yollarla başa gelen Chavez'e darbe yaptırdı. 11 Nisan 2002'deki bu darbe pek işe yaramadı. Yapılan ilk seçimde Chavez bu kez, % 57 gibi bir çoğunlukla işbaşına geldi. Geldi ama kendisinin de, ülkesinin de başı bir türlü dertten kurtulmadı. Başta grev olmak üzere ülke ABD destekli iç kargaşalar içinde kendini buldu. Çünkü, Venezuella dünyanın beşinci büyük petrol üreticisi ve yeni petrol yasası ile uluslararası petrol şirketlerinin % 80'ine hakim olduğu petrol devi PDVSA'nın devletleştirilmesi gündemde. Irak'a başlattığı Haçlı seferinde meydana gelebilecek bir petrol krizinde, Venezuella petrollerini garantiye almak istiyor. Kısacası, esas olan ABD'nin, petrole olan iştiyakını gidermesi olup, bu iştiyakı gidermeye engel ülkenin diktatörlük ya da demokrasi olması önem taşımıyor.
Saddam'ı iktidarda bırakan kim?
Bugün Saddam'ı devirmek ve totaliter rejimin yerine güya demokrasi getirmek için Irak'a karşı savaş çığlıkları atan ABD'nin bu hareketinin ne kadar geçerli olduğunu veya perde arkasında ne niyetler taşıdığını gösteren bir olay da Saddam Hüseyin'in, ilk Körfez Savaşında yerinde bırakılmasıdır. ABD, yapabileceği halde Saddam'ı devirmemiştir. Kitapta bu olaya da yer verilirken, ABD'nin nasıl ikiyüzlü bir tavır sergilediği şöyle ortaya konuluyor: "Saddam'a karşı ABD teşvikli isyanlar sonuç vermedi. Birliklere komuta eden General Norman Schwartzkopf, Irak helikopterlerinin ülkenin kuzeyinde ve güneyinde başkaldıran Şiilere ve Kürtlere saldırmaları için ABD hatlarının üzerinden geçmelerine göz yumdu ama Saddam'a başkaldıran Cumhuriyet Muhafızlarının silah depolarına ulaşmalarına izin vermedi. Saddam ayaklanmacıları şiddetle ezerek hakimiyetini güçlendirdi. ABD Saddam'ı Kuveyt'ten çıkarmak için savaşa girmişti ama savaşın ertesinde Saddam'ın iktidarda kalmasını sağladı."
BİTTİ.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.