'İnandım' demek çok ciddi bir iddiadır
İbâdetler Allah’ı anmak, hatırlamak, tanımak, rızâsına kavuşmak için yapılır. Bu nedenle bütün ibâdetler zikirdir
01.11.2024 08:02:00
Haber Merkezi
Haber Merkezi
!['İnandım' demek çok ciddi bir iddiadır](resimler/haberler/25/inandim-demek-cok-ciddi-bir-iddiadir-H1546423-11.webp)
![](temalar/resimler/bos.gif)
!['İnandım' demek çok ciddi bir iddiadır](resimler/haberler/25/inandim-demek-cok-ciddi-bir-iddiadir-H1546423-12.webp)
![](temalar/resimler/bos.gif)
![](temalar/resimler/bos.gif)
İbâdetler Allah'ı anmak, hatırlamak, tanımak, rızâsına kavuşmak için yapılır. Bu nedenle bütün ibâdetler zikirdir.
Namazı, Allah'ı hatırlamak için kılıyoruz. Orucu, Cenâb-ı Hakk'ı bilmek, hatırlamak için tutuyoruz. Haccı, Cenâb-ı Hakk'ı hatırlamak, O'nun beytini tavaf etmek, ziyaret etmek için yapıyoruz. Yani ibâdetlerin temelinde olan hikmet Allah'ı tanımaktır, unutmamaktır.
Nitekim Cenâb-ı Hakk şöyle buyurur: "Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; beni anmak için namaz kıl."
Yani namazdan murad, maksat Allah'ı zikirdir. Onun için gaflet hâlinde kılınan namaz da namaz değildir. Gaflet hâlinde kılınan namaz, kılanın huylarını, davranışlarını, tabiatını etkilemez.
Ayeti kerimede Cenâb-ı Hakk; "Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar. (Namazlarından gâfildirler)" buyuruyor.
"Ne yaptığını bilmeden namaz kılanlara yazıklar olsun" diyor. Demek ki, ibâdetlerde temel husus, insanın Allah'ı unutmaması, devamlı Cenâb-ı Hakk ile beraber olmasıdır.
Bu namazda da böyledir, oruçta da böyledir, hac ve zekâtta da böyledir. Allah'ı unutmamak içindir. Bütün bunlar sürekli Cenâb-ı Hakk'ı yaşamak, O'nunla beraber olmaktır.
Bir de müstakil olarak insan, Cenâb-ı Hakk'ı diliyle, kalbiyle zikreder. İsimleriyle Cenâb-ı Hakk'ı anar ise, o zaman o insan uyku hâlinde bile Allah'ı hatırlar, uyanık halde de Rabb'iyle beraber olur. O'nu unutması mümkün olmaz.
Bu müstakil ibâdete işaretle Cenâb-ı Hakk: "Ey inananlar! Allah'ı çokça zikredin" buyurmaktadır.
Cenâb-ı Hakk biz insanları bu âleme gönderirken, başıboş, gelişi-güzel yaratarak göndermiş değildir. Bir hikmete binaen, kendisini tanımamız, O'nu bilmememiz, O'na kul olmamız için göndermiştir. Bu gerçek, âyet-i kerimeler ve Resûlullah'ın hadis-i şerifleriyle bilinmektedir.
Cenâb-ı Hakk: "Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?" buyuruyor.
Demek ki, insan başıboş yaratılmamış, bir hikmete binâen yaratılmıştır. Onun için insan denen varlığın her zaman ve mekânda Allah'ını tanıması, bilmesi ve O'na yaklaşması, kulluk yapması için ibâdet etmesi şarttır ve esastır.
İbâdet; Cenâb-ı Hakk'ın emir ve nehiylerle birlikte kulunun hayatına yansıma şeklidir. Rabb'imiz bizden bazı şeyler istiyor, bazı şeyler emrediyor. Bazılarını da "yapmayın" diyor. Yapmamızı istediğini yapmak ibâdet olduğu gibi; yapmamamızı istediği şeyleri de terk etmek, onlardan kaçınmak da ibâdettir.
Kul, haram ile karşı karşıya geldiğinde nefsini mağlup edip Allah'ın rızasını kazanma istikametinde o fiili terk etti ise, bu da ibâdettir. Bu durumda hayatın tamamı ibâdet olmuş olur.
Bir Müslümanın aldığı nefesten verdiği nefese kadar, her ânı ibâdât ü taatle geçer. İbâdet işte bu İlâhî emir ve nehiylerin hayatımıza yansmasıdır. Bu emir ve nehiylere kulun incelikle uymasına ise, taat denir.
Muâz'dan (radiyallahu anh); rivâyetle Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve âlihi) onun elinden tutup şöyle buyurdu:
Ey Muâz! Vallahi seni seviyorum! Ey Muâz, her namazda şu duayı elden bırakmamanı tavsiye ederim: Allahumme e'innî alâ zikrike ve şükrike ve hüsni ibâdetik/Allah'ım, Seni zikretmekte, Sana şükretmekte ve Senin ibâdetini iyi yapmakta bana yardım et!"
İbâdet ve taatın önemini bu hadis gereği gibi açıkladığı kanaatindeyiz. Resûlullah (s.a.a.) bu konuda Allah'tan yardım istemeyi öğretmiştir. Çünkü ibâdet ve taat kul olmanın, "inandım" demenin ispatıdır.
"İnandım" demek çok ciddi bir iddiadır: "Allah vardır, melekleri vardır, peygamberleri vardır, kitapları vardır, hayır ve şer Allah'tandır." Bütün bunları söylerken çok ciddi bir iddiada bulunmuş oluyoruz. Bu iddianın ispatı ise ibâdetlerdir. Yani imanımızı kabul ettirmek için ibâdetlerle ispat etmek zorundayız.
Herhangi bir davada hâkimin huzuruna çıkıldığında, iddia edilen hususun ispatı, iddia sahibine aittir. Delil göstermek iddia sahibine gereklidir. Bu ne ise; "Ben inanıyorum" demek de işte böyle bir iddiadır. Onun ispatı da ibâdetle mümkündür.
O halde ibadât u taati olmayan insanın imanını ispat etmesi zor, belki de imkânsızdır. İbâdet yapmayana dinsiz denilmez ama ibâdetimiz yoksa imanımızı ne ile ispat edeceğiz?
"İnandım" diyen insanın kalbinde bir hakikat vardır. O hakikatın tezâhür ettiği unsurlar, insanın organlarıdır. Bu organlarda biz bu kalbî davranışlarımızı şekillere, fiillere döndüremezsek; o zaman bizim iddiamız, kuru bir iddia olmaktan öteye geçemez.
Ebû's-Salt el-Herevî'den şöyle nakledildi: "Bize Ali b. Mûsa er-Rıdâ nakletti, o da babası Ca'fer b. Muhammed'den, o da babası Ali b. el-Hüseyin'den, o da babası Ali b. Ebî Tâlib'den (a.s.) rivâyet etti:
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve âlihi) şöyle buyurdu: İman, kalb ile bilmek (tasdik), dil ile söylemek (ikrar), erkân ile (organlarla) amel etmektir."
İbâdet, imanla inanç arasında öyle bir sınırdır ki, bu sınır taşlarını çok iyi yerine koymamız lazım. Bunu koyduğumuz zaman, işte hakiki davamızı, ebedî davamızı, ezel ve ebed davamızı kazanmış oluruz." (Prof. Dr. Haydar Baş Dua ve Zikir eserinden)
Namazı, Allah'ı hatırlamak için kılıyoruz. Orucu, Cenâb-ı Hakk'ı bilmek, hatırlamak için tutuyoruz. Haccı, Cenâb-ı Hakk'ı hatırlamak, O'nun beytini tavaf etmek, ziyaret etmek için yapıyoruz. Yani ibâdetlerin temelinde olan hikmet Allah'ı tanımaktır, unutmamaktır.
Nitekim Cenâb-ı Hakk şöyle buyurur: "Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; beni anmak için namaz kıl."
Yani namazdan murad, maksat Allah'ı zikirdir. Onun için gaflet hâlinde kılınan namaz da namaz değildir. Gaflet hâlinde kılınan namaz, kılanın huylarını, davranışlarını, tabiatını etkilemez.
Ayeti kerimede Cenâb-ı Hakk; "Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar. (Namazlarından gâfildirler)" buyuruyor.
"Ne yaptığını bilmeden namaz kılanlara yazıklar olsun" diyor. Demek ki, ibâdetlerde temel husus, insanın Allah'ı unutmaması, devamlı Cenâb-ı Hakk ile beraber olmasıdır.
Bu namazda da böyledir, oruçta da böyledir, hac ve zekâtta da böyledir. Allah'ı unutmamak içindir. Bütün bunlar sürekli Cenâb-ı Hakk'ı yaşamak, O'nunla beraber olmaktır.
Bir de müstakil olarak insan, Cenâb-ı Hakk'ı diliyle, kalbiyle zikreder. İsimleriyle Cenâb-ı Hakk'ı anar ise, o zaman o insan uyku hâlinde bile Allah'ı hatırlar, uyanık halde de Rabb'iyle beraber olur. O'nu unutması mümkün olmaz.
Bu müstakil ibâdete işaretle Cenâb-ı Hakk: "Ey inananlar! Allah'ı çokça zikredin" buyurmaktadır.
Cenâb-ı Hakk biz insanları bu âleme gönderirken, başıboş, gelişi-güzel yaratarak göndermiş değildir. Bir hikmete binaen, kendisini tanımamız, O'nu bilmememiz, O'na kul olmamız için göndermiştir. Bu gerçek, âyet-i kerimeler ve Resûlullah'ın hadis-i şerifleriyle bilinmektedir.
Cenâb-ı Hakk: "Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?" buyuruyor.
Demek ki, insan başıboş yaratılmamış, bir hikmete binâen yaratılmıştır. Onun için insan denen varlığın her zaman ve mekânda Allah'ını tanıması, bilmesi ve O'na yaklaşması, kulluk yapması için ibâdet etmesi şarttır ve esastır.
İbâdet; Cenâb-ı Hakk'ın emir ve nehiylerle birlikte kulunun hayatına yansıma şeklidir. Rabb'imiz bizden bazı şeyler istiyor, bazı şeyler emrediyor. Bazılarını da "yapmayın" diyor. Yapmamızı istediğini yapmak ibâdet olduğu gibi; yapmamamızı istediği şeyleri de terk etmek, onlardan kaçınmak da ibâdettir.
Kul, haram ile karşı karşıya geldiğinde nefsini mağlup edip Allah'ın rızasını kazanma istikametinde o fiili terk etti ise, bu da ibâdettir. Bu durumda hayatın tamamı ibâdet olmuş olur.
Bir Müslümanın aldığı nefesten verdiği nefese kadar, her ânı ibâdât ü taatle geçer. İbâdet işte bu İlâhî emir ve nehiylerin hayatımıza yansmasıdır. Bu emir ve nehiylere kulun incelikle uymasına ise, taat denir.
Muâz'dan (radiyallahu anh); rivâyetle Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve âlihi) onun elinden tutup şöyle buyurdu:
Ey Muâz! Vallahi seni seviyorum! Ey Muâz, her namazda şu duayı elden bırakmamanı tavsiye ederim: Allahumme e'innî alâ zikrike ve şükrike ve hüsni ibâdetik/Allah'ım, Seni zikretmekte, Sana şükretmekte ve Senin ibâdetini iyi yapmakta bana yardım et!"
İbâdet ve taatın önemini bu hadis gereği gibi açıkladığı kanaatindeyiz. Resûlullah (s.a.a.) bu konuda Allah'tan yardım istemeyi öğretmiştir. Çünkü ibâdet ve taat kul olmanın, "inandım" demenin ispatıdır.
"İnandım" demek çok ciddi bir iddiadır: "Allah vardır, melekleri vardır, peygamberleri vardır, kitapları vardır, hayır ve şer Allah'tandır." Bütün bunları söylerken çok ciddi bir iddiada bulunmuş oluyoruz. Bu iddianın ispatı ise ibâdetlerdir. Yani imanımızı kabul ettirmek için ibâdetlerle ispat etmek zorundayız.
Herhangi bir davada hâkimin huzuruna çıkıldığında, iddia edilen hususun ispatı, iddia sahibine aittir. Delil göstermek iddia sahibine gereklidir. Bu ne ise; "Ben inanıyorum" demek de işte böyle bir iddiadır. Onun ispatı da ibâdetle mümkündür.
O halde ibadât u taati olmayan insanın imanını ispat etmesi zor, belki de imkânsızdır. İbâdet yapmayana dinsiz denilmez ama ibâdetimiz yoksa imanımızı ne ile ispat edeceğiz?
"İnandım" diyen insanın kalbinde bir hakikat vardır. O hakikatın tezâhür ettiği unsurlar, insanın organlarıdır. Bu organlarda biz bu kalbî davranışlarımızı şekillere, fiillere döndüremezsek; o zaman bizim iddiamız, kuru bir iddia olmaktan öteye geçemez.
Ebû's-Salt el-Herevî'den şöyle nakledildi: "Bize Ali b. Mûsa er-Rıdâ nakletti, o da babası Ca'fer b. Muhammed'den, o da babası Ali b. el-Hüseyin'den, o da babası Ali b. Ebî Tâlib'den (a.s.) rivâyet etti:
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve âlihi) şöyle buyurdu: İman, kalb ile bilmek (tasdik), dil ile söylemek (ikrar), erkân ile (organlarla) amel etmektir."
İbâdet, imanla inanç arasında öyle bir sınırdır ki, bu sınır taşlarını çok iyi yerine koymamız lazım. Bunu koyduğumuz zaman, işte hakiki davamızı, ebedî davamızı, ezel ve ebed davamızı kazanmış oluruz." (Prof. Dr. Haydar Baş Dua ve Zikir eserinden)
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.