Hz. Ali'nin derdi tevhitti
Hz. Ali’nin nazarında halifelikten üstün tek bir şey vardı: Müslümanlığın dağılmaması, Müslümanların ayrılığa düşmemesi. O, bilhassa buna çalışıyordu. Bunun için ne yapmak gerekiyorsa yapıyordu. İnandığı dinin yıkılmaması için elinden gelen feragati, elinden gelen fedakârlığı gösteriyordu
26.12.2024 11:00:00
Haber Merkezi
Haber Merkezi
Hz. Ömer, hilafeti zamanında Romalılarla harbe gitmek hususunda Hz. Ali ile müşaverede bulunmuştu.
Hz. Ali (a.s) demişti ki: "Bu din ehlinin sınırlarını korumayı vaad eden, düşmana görünmemesi gereken zayıflıklarını göstermemeyi tekeffül eyleyen Allah'a dayan; öyle bir Mâbuddur O ki onlar sayıca azdı, üst olmalarına imkân yoktu; onlara yardım etti. Karşı durmaları mümkün değildi. Pek az kişiydi Müslümanlar, kâfirleri men etti. Diridir Allah, ölümden münezzehtir. Düşmana bizzat gidersen alt oldun mu, Müslümanlara, o sınırlarda sığınacak yer kalmaz, senden başka dönüp gelecekleri mekânı yoktur, hâlbuki sen de bulunmazsan, sığınakları bulunmaz. Düşmana, tecrübeli bir kumandan gönder, onun maiyetinde savaş güçlüklerine katlanan ve buyruk tutan kişileri yolla. Allah onları üst ederse dilek yerine gelir; fakat iş aksi olursa sen, Müslümanların sığınacakları mekânı olursun; bir daha ordu toplayabilir, mağlûbiyetin acısını çıkarabilirsin." (Nehc'ül-Belaga, 1, s. 474-475).
Hz. Osman'ın halifeliği zamanında da ona öğütlerde bulunmuştu. Meselâ halkın şikâyeti üzerine Osman'ın yanına gitmiş, demişti ki: "Halk ardımda, beni, onlarla senin aranda elçi olarak gönderdiler. Fakat and olsun Allah'a, sana ne söyleyeceğimi bilmiyorum. Senin bilmediğini ben de bilmem, sana göstereceğim yoluysa sen de bilirsin, bilmediğimizi bilirsin, senden ileri bir makamda değiliz ki sana haber verelim, hiçbir hükümde yalnız değildik ki onu tutalım da sana bildirelim.
Gördüğümüzü sen de gördün, ne duyduysak sen de duydun. Allah Elçisiyle biz nasıl konuşup görüştüysek sen de konuşup görüştün. Ebû Kuhâfe oğluyla (Ebû Bekr) Hattâb oğlu (Ömer) doğrulukla harekete senden daha haklı değillerdi, çünkü sen yakınlık bakımından Resûlullah'a onlardan da yakınsın, hatta onların nâil olmadıkları bir şerefe nâil oldun, onun damadısın. Kendine acı da Allah'tan kork. Allah'tan kork, çünkü kör değilsin ki gözünü açayım, bilgisiz değilsin ki öğreteyim.
Zaten yollar apaçık, din alâmetleri besbelli meydanda. Bil ki Allah indinde kulların en üstünü, doğru yolu bulan ve halkı doğru yola hidayet eden adalet sâhibi imamdır; bilinen güzel âdetleri yayar, bilinmeyen, sonradan çıkma kötülükleri yok eder. İyilikler aşikârdır, alâmetleri vardır. Kötülükler de aşikârdır, onların da nişaneleri vardır.
Allah indinde halkın en kötüsü, sapıklığa düşen ve halkı doğru yoldan saptıran imamdır; kabul edilmiş iyilikleri yok eder de terk edilmiş kötülükleri diriltir. Gerçekten de Allah'ın Elçisinden duydum, Allah O'na ve soyuna rahmetler etsin, diyordu ki: 'Cevreden İmam, kıyamet günü gelir fakat yanında ne yardımcısı bulunur, ne bir özür getireni. Cehenneme atılır, değirmen gibi döner durur orda, sonra da ta dibinde hapsedilir.'
Allah'a ant vererek söylüyorum, bu ümmetin öldürülecek imamı olma. Çünkü demiştir ki: 'Bu ümmette bir imam öldürülür de ondan sonra öldürülmek ve öldürmek işi kıyamete dek sürer gider.' Artık halka, işler şüpheli görünür, sınanmalar yapılır, doğruyla eğriyi görüp ayırt edemezler, dalgalanır dururlar, sıkıntılara uğrarlar. Bu kadar yaş yaşadıktan, gün gördükten sonra yağma edilerek ele geçirilmiş ve Mervan'ın elinde, düşmandan yağma edilen ve dilenen yere sürülüp götürülen deveye dönme."
Hz. Osman, bu öğütlere karşı, halka şöyle de demişti: "Onların gördükleri zulümleri bertaraf edinceye dek bana mühlet versinler."
Hz. Ali (a.s), "Medine'de olanlar için mühlet istemeğe hacet yok; dışardakilere gelince onların mühleti oralara emrin varıncaya dektir" buyurmuştu. (Nehc'ül Belâga, 1, s.523-524).
Görülüyor ki Hz. Ali'nin nazarında halifelikten üstün tek bir şey vardı: Müslümanlığın dağılmaması, Müslümanların ayrılığa düşmemesi. O, bilhassa buna çalışıyordu. Bunun için ne yapmak gerekiyorsa yapıyordu. İnandığı dinin yıkılmaması için elinden gelen feragati, elinden gelen fedakârlığı gösteriyordu.
Hz. Ali (a.s) demişti ki: "Bu din ehlinin sınırlarını korumayı vaad eden, düşmana görünmemesi gereken zayıflıklarını göstermemeyi tekeffül eyleyen Allah'a dayan; öyle bir Mâbuddur O ki onlar sayıca azdı, üst olmalarına imkân yoktu; onlara yardım etti. Karşı durmaları mümkün değildi. Pek az kişiydi Müslümanlar, kâfirleri men etti. Diridir Allah, ölümden münezzehtir. Düşmana bizzat gidersen alt oldun mu, Müslümanlara, o sınırlarda sığınacak yer kalmaz, senden başka dönüp gelecekleri mekânı yoktur, hâlbuki sen de bulunmazsan, sığınakları bulunmaz. Düşmana, tecrübeli bir kumandan gönder, onun maiyetinde savaş güçlüklerine katlanan ve buyruk tutan kişileri yolla. Allah onları üst ederse dilek yerine gelir; fakat iş aksi olursa sen, Müslümanların sığınacakları mekânı olursun; bir daha ordu toplayabilir, mağlûbiyetin acısını çıkarabilirsin." (Nehc'ül-Belaga, 1, s. 474-475).
Hz. Osman'ın halifeliği zamanında da ona öğütlerde bulunmuştu. Meselâ halkın şikâyeti üzerine Osman'ın yanına gitmiş, demişti ki: "Halk ardımda, beni, onlarla senin aranda elçi olarak gönderdiler. Fakat and olsun Allah'a, sana ne söyleyeceğimi bilmiyorum. Senin bilmediğini ben de bilmem, sana göstereceğim yoluysa sen de bilirsin, bilmediğimizi bilirsin, senden ileri bir makamda değiliz ki sana haber verelim, hiçbir hükümde yalnız değildik ki onu tutalım da sana bildirelim.
Gördüğümüzü sen de gördün, ne duyduysak sen de duydun. Allah Elçisiyle biz nasıl konuşup görüştüysek sen de konuşup görüştün. Ebû Kuhâfe oğluyla (Ebû Bekr) Hattâb oğlu (Ömer) doğrulukla harekete senden daha haklı değillerdi, çünkü sen yakınlık bakımından Resûlullah'a onlardan da yakınsın, hatta onların nâil olmadıkları bir şerefe nâil oldun, onun damadısın. Kendine acı da Allah'tan kork. Allah'tan kork, çünkü kör değilsin ki gözünü açayım, bilgisiz değilsin ki öğreteyim.
Zaten yollar apaçık, din alâmetleri besbelli meydanda. Bil ki Allah indinde kulların en üstünü, doğru yolu bulan ve halkı doğru yola hidayet eden adalet sâhibi imamdır; bilinen güzel âdetleri yayar, bilinmeyen, sonradan çıkma kötülükleri yok eder. İyilikler aşikârdır, alâmetleri vardır. Kötülükler de aşikârdır, onların da nişaneleri vardır.
Allah indinde halkın en kötüsü, sapıklığa düşen ve halkı doğru yoldan saptıran imamdır; kabul edilmiş iyilikleri yok eder de terk edilmiş kötülükleri diriltir. Gerçekten de Allah'ın Elçisinden duydum, Allah O'na ve soyuna rahmetler etsin, diyordu ki: 'Cevreden İmam, kıyamet günü gelir fakat yanında ne yardımcısı bulunur, ne bir özür getireni. Cehenneme atılır, değirmen gibi döner durur orda, sonra da ta dibinde hapsedilir.'
Allah'a ant vererek söylüyorum, bu ümmetin öldürülecek imamı olma. Çünkü demiştir ki: 'Bu ümmette bir imam öldürülür de ondan sonra öldürülmek ve öldürmek işi kıyamete dek sürer gider.' Artık halka, işler şüpheli görünür, sınanmalar yapılır, doğruyla eğriyi görüp ayırt edemezler, dalgalanır dururlar, sıkıntılara uğrarlar. Bu kadar yaş yaşadıktan, gün gördükten sonra yağma edilerek ele geçirilmiş ve Mervan'ın elinde, düşmandan yağma edilen ve dilenen yere sürülüp götürülen deveye dönme."
Hz. Osman, bu öğütlere karşı, halka şöyle de demişti: "Onların gördükleri zulümleri bertaraf edinceye dek bana mühlet versinler."
Hz. Ali (a.s), "Medine'de olanlar için mühlet istemeğe hacet yok; dışardakilere gelince onların mühleti oralara emrin varıncaya dektir" buyurmuştu. (Nehc'ül Belâga, 1, s.523-524).
Görülüyor ki Hz. Ali'nin nazarında halifelikten üstün tek bir şey vardı: Müslümanlığın dağılmaması, Müslümanların ayrılığa düşmemesi. O, bilhassa buna çalışıyordu. Bunun için ne yapmak gerekiyorsa yapıyordu. İnandığı dinin yıkılmaması için elinden gelen feragati, elinden gelen fedakârlığı gösteriyordu.