Hz. Ali (k. veche) ve barışı
Öte yandan Emirü’l-Mü’minin Ali’nin (a.s.) bir yerde savaştığını, başka bir yerde ise savaşmadığını (ve kendi tabiriyle, “Gözde diken, boğazda kemik varmışçasına” sabrettiğini) görmekteyiz
09.08.2023 08:32:00
Haber Merkezi
Haber Merkezi
Öte yandan Emirü'l-Mü'minin Ali'nin (a.s.) bir yerde savaştığını, başka bir yerde ise savaşmadığını (ve kendi tabiriyle, "Gözde diken, boğazda kemik varmışçasına" sabrettiğini) görmekteyiz.
Resulullah'tan (s.a.v.) sonra hilafet meselesi söz konusu olunca ve hilâfeti başkaları sahiplenince Ali (a.s.) savaşmıyor; kılıca sarılmıyor ve ben savaşmamak üzere görevlendirildim; savaşmamam gerekir diyor. Diğerlerinden her ne kadar sertlik ve kabalık da görse yumuşak davranıyor.
Öyle ki bir ara Hz. Zehra'nın şu itirazıyla karşılaşıyor: "Nedir bu hâlin ey Ebu Tâlib oğlu? Neden anne rahmindeki bebek gibi el ve ayağını kucaklayıp bir köşeye çekilmiş dışarı çıkmaktan mahcubiyet duyan sanıklar gibi evde oturmuşsun! Savaş meydanlarında aslanlar senin önünden kaçarlardı. Şimdi bu çakallar sana musallat olmuşlar! Neden?"
Bunun üzerine Hz. Ali (a.s.), orada o zaman vazifem o idi, şimdi ise budur, şeklinde cevap veriyor.
Yirmi beş sene geçiyor ve bu yirmi beş sene içerisinde Hz. Ali (a.s.) sözde barış yanlısı ve uzlaşmacı bir kişidir. Halk, Hz. Osman'a karşı kıyam edince (nihayet Osman'ın öldürülmesiyle sonuçlanan ayaklanmada), Hz. Ali (k.veche) asla şahsen Osman'a karşı ayaklananlar arasında değildi. Osman'ın taraftarları arasında da yer almıyordu.
Hatta Hz. Ali, ayaklananlarla Hz. Osman arasında bir aracıydı. Bir taraftan ayaklananların isteklerinin (ki Osman'ın valileri ve onların halka reva gördükleri zulümlerden şikayet mahiyetini içeren adilane isteklerdi) yerine gelmesi ve diğer taraftan da Hz. Osman'ın öldürülmemesi ve olayın bu şekilde son bulmaması için çaba harcıyordu.
Nehcü'l Belaga'da böyle geçer ve tarih de kesin olarak böyle söylemektedir.
Nitekim Hz. Osman'a hitaben şöyle buyuruyor: "Ben, senin bu ümmetin öldürülen önderi olmandan endişeleniyorum. Sen öldürülecek olursan bu ümmet üzerine öldürme kapısı açılacak, Müslümanlar arasında asla sönmeyecek bir fitne çıkacaktır."
O hâlde Hz. Ali (a.s.), Hz. Osman'ın en kötü dönemlerinde (Osman'ın hayatının son anlarında) bile Osman'la ayaklananlar arasında gerçek bir aracı idi.
Hz. Osman'ın hilâfetinin başında da, Abdurrahman b. Avf'ın hilesi sonucu altı kişiden sadece ikisi hilafet adayı olarak kaldı. Biri Ali (as) ve diğeri ise Osman (r.a.)... (Orada da Hz. Ali aynı davranışı sergiledi.)
Ömer yerine geçecek halifeyi seçmek için altı kişilik bir şûra tayin etmişti. Bu şûrada önce üç kişi kenara çekildi. Bunlardan biri Hz. Ali'nin (as) lehine hilafet adaylığından kenara çekilen Zübeyr, diğeri Osman'ın lehine çekilen Talha ve üçüncüsü ise Abdurrahman'ın lehine çekilen Sa'd b. Ebi Vakkas'tı.
Geriye üç kişi kaldı. Abdurrahman, o da aday değilim dedi. Böylece iki kişi kaldı ve Abdurrahman'ın görüşü belirleyici oldu. Abdurrahman kime oy verseydi o dört oya sahip olacaktı (Çünkü kendisinin iki oyu vardı; diğer iki kişinin de her birinin bir oyu olmak üzere iki oyu vardı) ve o şûraya göre halife sayılırdı.
Önce Ali'ye, "Allah'ın Kitabı, Resulüllah'ın sünneti ve iki şeyhin (Ebubekir ve Ömer'in) sünnetine uygun davranmak şartıyla sana biat etmeye hazırım" dedi.
Ali ise, "Ben Allah'ın Kitabı, Resulüllah'ın sünneti ve kendi teşhisime göre davranmak şartıyla seninle biatleşirim" buyurdu.
Bunun üzerine Abdurrahman, Osman'ın yanına giderek, "Ben Allah'ın Kitabı, Resulüllah'ın sünneti ve iki şeyhin (Ebubekir ve Ömer'in) sünnetlerine uygun davranman şartıyla sana biat ediyorum" dedi. Osman, "Pekiyi, kabul ediyorum" dedi.
Oysa Osman, Ebubekir ve Ömer'in sünnetlerinden bile uzaklaştı. Her halükârda, orada gelip Hz. Ali'ye neden böyle oldu diye itiraz ettiler. Bu durumda sen ne yapacaksın dediler.
O zaman Hz. Ali buyurdu ki: "Allah'a and olsun ki, ben Müslümanların işleri düzenli yürüdüğü müddetçe ve özellikle benden başkasına zulmedilmedikçe teslim olacağım."
Yani; vallahi Müslümanların işi doğru dürüst yürüdükçe, işler doğru bir şekilde idare edildiği ve zulüm sadece şahsıma yapılıp diğerlerine bir zarar gelmediği sürece; benim yerime oturan kişi haksız yere oturmuş olsa bile, muhalefet etmeyip teslim olacağım.
Osman'dan sonra, Muaviye'nin döneminde insanlar Hz. Ali'ye biat edince o Cemel, Sıffin ve Nehrevan ashabını oluşturan Nakisin, Kasitin, Marikin ordusuyla savaşıyor, kanlı bir savaşa imza atıyor.
Yine Sıffin Savaşı'ndan sonra, Haricilerin başkaldırması, Amr ibn As ve Muaviye'nin, hileye başvurup Kur'an sayfalarını mızraklara takarak, "Gelin aramızda Kur'an hükmetsin" demeleri üzerine; ordudan bir grup doğru söylüyorlar dediler.
Böylece Hz. Ali'nin (a.s.) ordusunda ikilik çıktı; artık Emirü'l-Mü'minin Ali (a.s.) için başka seçenek kalmadı; istemediği hâlde teslim oldu ve nihayet Hakem Olayı'nı kabul etti. Bu da barışa benzer bir işti; yani hakemler gidip Kur'an ve İslam'ın emirlerine uygun bir karara varsınlar dedi.
Fakat Amr İbn As, olayı, öyle bir şekle soktu ki hatta Muaviye için bile bir değeri yoktu.
Yani olayı düzenbazlıkla bitirdi. Ebu Musa'yı aldattı. Fakat aldatması Ali'yi hilafetten alıp Muaviye'yi bırakmakla sonuçlanacak şekilde değildi. Aksine, öyle bir şekilde hareket etti ki herkes onların anlaşmadığını, birinin diğerini aldattığını anladı.
Çünkü biri, ben ikisini de hilafetten alıyorum deyince, diğeri, biri konusunda doğrudur ama ötekinde yalan söylüyor, ötekini ben kabul etmiyorum dedi. Daha minberden aşağı inmeden, neden beni aldattın diye kavga edip birbirlerine küfretmeye başladılar. Böylece olayın boş olduğu anlaşıldı.
Her hâlükârda, Hakem Olayı da böyledir. Hz. Ali neden hakemi- yete rıza gösterdi ve savaşı sürdürmedi? Haricîler kendisine baskı yaptılarsa bile neden savaşa devam etmedi, en kötüsü, oğlu İmam Hüseyin gibi öldürülürdü!
Nitekim Resulüllah'ın (s.a.v.) hakkında da aynı şeyi söylüyoruz: Neden Resulüllah (s.a.v.) ilk başta savaşmadı; bilahare İmam Hüseyin gibi öldürülürdü! Neden Hudeybiye'de barış yaptı. En fazla İmam Hüseyin gibi öldürülürdü!
Veya diyoruz ki: Resulüllah'tan (s.a.v.) sonra Emirü'l- Mü'minin Ali (as) neden önce savaşmadı; en kötüsü öldürülecekti; varsın olsun, İmam Hüseyin (a.s.) gibi öldürülseydi! Bu doğru bir söz müdür?
Daha sonra İmam Hasan ve Hüseyin'in dönemine geliyoruz. Diğer Ehl-i Beyt imamları da İmam Hasan'ın barışı gibi bir yaşam sürmüşlerdir.
İşte bu nedenle mesele, sadece İmam Hasan'ın barışı ve İmam Hüseyin'in savaşı meselesi değildir; meseleyi daha geniş incelemek gerekir. Fıkıh ilminin "cihad kitabı"nın bazı bölümlerine atf-ı nazar etmek gerekmektedir." (Prof. Dr. Haydar Baş İmam Hasan eserinden)
Resulullah'tan (s.a.v.) sonra hilafet meselesi söz konusu olunca ve hilâfeti başkaları sahiplenince Ali (a.s.) savaşmıyor; kılıca sarılmıyor ve ben savaşmamak üzere görevlendirildim; savaşmamam gerekir diyor. Diğerlerinden her ne kadar sertlik ve kabalık da görse yumuşak davranıyor.
Öyle ki bir ara Hz. Zehra'nın şu itirazıyla karşılaşıyor: "Nedir bu hâlin ey Ebu Tâlib oğlu? Neden anne rahmindeki bebek gibi el ve ayağını kucaklayıp bir köşeye çekilmiş dışarı çıkmaktan mahcubiyet duyan sanıklar gibi evde oturmuşsun! Savaş meydanlarında aslanlar senin önünden kaçarlardı. Şimdi bu çakallar sana musallat olmuşlar! Neden?"
Bunun üzerine Hz. Ali (a.s.), orada o zaman vazifem o idi, şimdi ise budur, şeklinde cevap veriyor.
Yirmi beş sene geçiyor ve bu yirmi beş sene içerisinde Hz. Ali (a.s.) sözde barış yanlısı ve uzlaşmacı bir kişidir. Halk, Hz. Osman'a karşı kıyam edince (nihayet Osman'ın öldürülmesiyle sonuçlanan ayaklanmada), Hz. Ali (k.veche) asla şahsen Osman'a karşı ayaklananlar arasında değildi. Osman'ın taraftarları arasında da yer almıyordu.
Hatta Hz. Ali, ayaklananlarla Hz. Osman arasında bir aracıydı. Bir taraftan ayaklananların isteklerinin (ki Osman'ın valileri ve onların halka reva gördükleri zulümlerden şikayet mahiyetini içeren adilane isteklerdi) yerine gelmesi ve diğer taraftan da Hz. Osman'ın öldürülmemesi ve olayın bu şekilde son bulmaması için çaba harcıyordu.
Nehcü'l Belaga'da böyle geçer ve tarih de kesin olarak böyle söylemektedir.
Nitekim Hz. Osman'a hitaben şöyle buyuruyor: "Ben, senin bu ümmetin öldürülen önderi olmandan endişeleniyorum. Sen öldürülecek olursan bu ümmet üzerine öldürme kapısı açılacak, Müslümanlar arasında asla sönmeyecek bir fitne çıkacaktır."
O hâlde Hz. Ali (a.s.), Hz. Osman'ın en kötü dönemlerinde (Osman'ın hayatının son anlarında) bile Osman'la ayaklananlar arasında gerçek bir aracı idi.
Hz. Osman'ın hilâfetinin başında da, Abdurrahman b. Avf'ın hilesi sonucu altı kişiden sadece ikisi hilafet adayı olarak kaldı. Biri Ali (as) ve diğeri ise Osman (r.a.)... (Orada da Hz. Ali aynı davranışı sergiledi.)
Ömer yerine geçecek halifeyi seçmek için altı kişilik bir şûra tayin etmişti. Bu şûrada önce üç kişi kenara çekildi. Bunlardan biri Hz. Ali'nin (as) lehine hilafet adaylığından kenara çekilen Zübeyr, diğeri Osman'ın lehine çekilen Talha ve üçüncüsü ise Abdurrahman'ın lehine çekilen Sa'd b. Ebi Vakkas'tı.
Geriye üç kişi kaldı. Abdurrahman, o da aday değilim dedi. Böylece iki kişi kaldı ve Abdurrahman'ın görüşü belirleyici oldu. Abdurrahman kime oy verseydi o dört oya sahip olacaktı (Çünkü kendisinin iki oyu vardı; diğer iki kişinin de her birinin bir oyu olmak üzere iki oyu vardı) ve o şûraya göre halife sayılırdı.
Önce Ali'ye, "Allah'ın Kitabı, Resulüllah'ın sünneti ve iki şeyhin (Ebubekir ve Ömer'in) sünnetine uygun davranmak şartıyla sana biat etmeye hazırım" dedi.
Ali ise, "Ben Allah'ın Kitabı, Resulüllah'ın sünneti ve kendi teşhisime göre davranmak şartıyla seninle biatleşirim" buyurdu.
Bunun üzerine Abdurrahman, Osman'ın yanına giderek, "Ben Allah'ın Kitabı, Resulüllah'ın sünneti ve iki şeyhin (Ebubekir ve Ömer'in) sünnetlerine uygun davranman şartıyla sana biat ediyorum" dedi. Osman, "Pekiyi, kabul ediyorum" dedi.
Oysa Osman, Ebubekir ve Ömer'in sünnetlerinden bile uzaklaştı. Her halükârda, orada gelip Hz. Ali'ye neden böyle oldu diye itiraz ettiler. Bu durumda sen ne yapacaksın dediler.
O zaman Hz. Ali buyurdu ki: "Allah'a and olsun ki, ben Müslümanların işleri düzenli yürüdüğü müddetçe ve özellikle benden başkasına zulmedilmedikçe teslim olacağım."
Yani; vallahi Müslümanların işi doğru dürüst yürüdükçe, işler doğru bir şekilde idare edildiği ve zulüm sadece şahsıma yapılıp diğerlerine bir zarar gelmediği sürece; benim yerime oturan kişi haksız yere oturmuş olsa bile, muhalefet etmeyip teslim olacağım.
Osman'dan sonra, Muaviye'nin döneminde insanlar Hz. Ali'ye biat edince o Cemel, Sıffin ve Nehrevan ashabını oluşturan Nakisin, Kasitin, Marikin ordusuyla savaşıyor, kanlı bir savaşa imza atıyor.
Yine Sıffin Savaşı'ndan sonra, Haricilerin başkaldırması, Amr ibn As ve Muaviye'nin, hileye başvurup Kur'an sayfalarını mızraklara takarak, "Gelin aramızda Kur'an hükmetsin" demeleri üzerine; ordudan bir grup doğru söylüyorlar dediler.
Böylece Hz. Ali'nin (a.s.) ordusunda ikilik çıktı; artık Emirü'l-Mü'minin Ali (a.s.) için başka seçenek kalmadı; istemediği hâlde teslim oldu ve nihayet Hakem Olayı'nı kabul etti. Bu da barışa benzer bir işti; yani hakemler gidip Kur'an ve İslam'ın emirlerine uygun bir karara varsınlar dedi.
Fakat Amr İbn As, olayı, öyle bir şekle soktu ki hatta Muaviye için bile bir değeri yoktu.
Yani olayı düzenbazlıkla bitirdi. Ebu Musa'yı aldattı. Fakat aldatması Ali'yi hilafetten alıp Muaviye'yi bırakmakla sonuçlanacak şekilde değildi. Aksine, öyle bir şekilde hareket etti ki herkes onların anlaşmadığını, birinin diğerini aldattığını anladı.
Çünkü biri, ben ikisini de hilafetten alıyorum deyince, diğeri, biri konusunda doğrudur ama ötekinde yalan söylüyor, ötekini ben kabul etmiyorum dedi. Daha minberden aşağı inmeden, neden beni aldattın diye kavga edip birbirlerine küfretmeye başladılar. Böylece olayın boş olduğu anlaşıldı.
Her hâlükârda, Hakem Olayı da böyledir. Hz. Ali neden hakemi- yete rıza gösterdi ve savaşı sürdürmedi? Haricîler kendisine baskı yaptılarsa bile neden savaşa devam etmedi, en kötüsü, oğlu İmam Hüseyin gibi öldürülürdü!
Nitekim Resulüllah'ın (s.a.v.) hakkında da aynı şeyi söylüyoruz: Neden Resulüllah (s.a.v.) ilk başta savaşmadı; bilahare İmam Hüseyin gibi öldürülürdü! Neden Hudeybiye'de barış yaptı. En fazla İmam Hüseyin gibi öldürülürdü!
Veya diyoruz ki: Resulüllah'tan (s.a.v.) sonra Emirü'l- Mü'minin Ali (as) neden önce savaşmadı; en kötüsü öldürülecekti; varsın olsun, İmam Hüseyin (a.s.) gibi öldürülseydi! Bu doğru bir söz müdür?
Daha sonra İmam Hasan ve Hüseyin'in dönemine geliyoruz. Diğer Ehl-i Beyt imamları da İmam Hasan'ın barışı gibi bir yaşam sürmüşlerdir.
İşte bu nedenle mesele, sadece İmam Hasan'ın barışı ve İmam Hüseyin'in savaşı meselesi değildir; meseleyi daha geniş incelemek gerekir. Fıkıh ilminin "cihad kitabı"nın bazı bölümlerine atf-ı nazar etmek gerekmektedir." (Prof. Dr. Haydar Baş İmam Hasan eserinden)
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.