'Atatürk'ün hayatı cephelerde geçti'
Afyon'da düzenlenen geleneksel İcmal Gençlik Yaz Kampı'nda konuşan, gazeteci yazar Muharrem Bayraktar, "Mustafa Kemal masa başında oturmadı. Yani diplomatlıktan gelerek masa başında oturup dış politika üretmedi. Mustafa Kemal'in hayatı cephelerde geçti. Savaşmadığı gâvur kalmadı. Ve bu savaşlardan sonra geldi bir dış politika koydu ortaya" dedi.
21.08.2017 00:00:00
İcmal Gençlik Derneği tarafından Afyon'da düzenlenen geleneksel yaz kampındaki oturumda konuşan gazetemizin başyazarı Muharrem Bayraktar, "Atatürk, Balkan Savaşı'nda, Trablusgarp Savaşı'nda gitti cephede babalar gibi savaştı. Trablusgarp'ta İtalyanlarla savaştı. Bitlis cephesinde Ruslarla savaştı. Çanakkale'de İngilizlerle savaştı, Kurtuluş Savaşı'nda Yunan'la savaştı. Savaşmadığı gâvur kalmadı. Ve bu savaşlardan sonra geldi bir dış politika koydu ortaya" diye konuştu.
Muharrem Bayraktar'ın bu önemli konuşmasından bazı bölümleri siz değerli okuyucularımızın dikkatlerine sunuyoruz:
Şimdi insanların karnının nasıl doyurulduğu ile ilgili sizlere 50-60 sene öncesine giderek bir olay anlatacağım.
Olayı anlatan kim?
Prof. Dr. Haydar Baş Bey anlatıyor bunu? Yeni Mesaj gazetesinde yazmış, 23 Haziran 2017. Burada, "dedemin cömertliği" diye başlıyor ilk cümle. Bahsettiği kişi dedesi Rasim Ağa. Ben kendisini tanıma fırsatı buldum, büyük dedem olduğu için. Rasim Ağa'ya, Çarıkçı Rasim deniliyor. Ben Prof. Dr. Haydar Baş Bey'in makalesinden okuyayım. İnsanların karnı nasıl doyuyor:
"Dedemin cömertliğini unutmak mümkün değil. Bayram sabahı evi dolar, namazdan çıkanların ilk adresi olurdu. Yenilir, içilir, büyük küçük herkes bayram sevincini orada yaşar, bayramlaşırlardı. Allahümme Salli Gavze Nine diye anılan Ninem neler yapmazdı ki, bayram sabahı camiden çıkan misafirleri için. Yağlı koyun etinden hazırlanmış lahana sarmaları, pilavlar, kahvaltılıkların yanında yer alırdı. Büyük çömleklerde yoğurtlar, çorbalar ve tabi ki ninemin meşhur sütlaçları... Ve kimseye niye yedin denmez, herkes gönlünce doyana kadar yer ve dua ile kalkardı gönül sofrasından. Büyüklerin sayıldığı, küçüklerin kollandığı günlerdi geçmişimiz, şimdi bu kalmadı. Herhalde halk mahkemeleri denilen şey o günlerde dedemin uyguladığı mahkeme biçimiydi."
"Rahmetli Hüseyin Amcam" diyor yazısında Prof. Dr. Haydar Baş Bey, "Biz babamın yerini dolduramadık diye hayıflanır, benim için de, bu hoca babamın yerini dolduracak" derdi.
Yani rahmetli Hüseyin Amca, babası Rasim Ağa'dan gördüğü o uygulamayı, o insanların karnını doyurma âdetini, bugün Haydar Hoca'nın sosyal devlet diye şekillendirdiği şeyi anlatıyor. "Bu Haydar Hoca milletin karnını doyuracak" diyor.
1940'lar 1950'ler yoksulluğun ayyuka çıktığı bir ortamda Haydar Baş Hoca'nın dedelerinin o yokluk ortamında bayram namazından çıkan yüzlerce insanı doyuran bir nesilden gelen bir liderden bahsediyoruz.
Dolayısıyla millet gerçekten karnının doyurulmasını istiyorsa, bunun anahtarının kimde olduğu belli.
Atatürk'e kimler saldırıyor?
Gelelim Atatürk bahsine... Atatürk'e sövenler, durdular dindiler zannediyoruz. Dün de bir meczuptan bahsediyorlar. Şanlıurfa'da eline balta almış, Atatürk'ün büstüne saldırdı. Büstünü kırdı. Diyorlar ki: "Bir meczup Atatürk'ün büstüne saldırdı, Atatürk'e hakaret etti." Sanki bu ülkede sadece meczuplar Atatürk'e saldırıyormuş gibi bir durum var.
Sonra adamın adına baktım. Bu kimdir diye? Adamın adı Mehmet Malbora. Malbora soyadı! Şimdi bu Malbora'ya, soyadındaki Amerikan sigarasından baksam tamamen Amerika'ya oturuyor. Kim vermiş bu soyadı? Atatürk'ün soyuna sopuna sövüyorlar ya, adamın soyuna soyadına bak: Malbora. Soyadı Malbora olan adam Atatürk'ün heykeline saldırıyor.
Kadir Mısıroğlu'na bakıyorsunuz; sövenlerin başında geliyor. "Keşke Yunan gelseydi de daha iyi olurdu, Atatürk'ün yaptığı tahribatı yapmazdı" diyor. Yani gâvur gelip işgal etseydi bu ülkeyi daha iyi olurdu anlamı çıkıyor. Bir insan, bir Müslüman "gâvur bizi işgal etseydi, Müslüman'ın eline geçirmesinden daha iyi" derse bunun hükmü nedir? İlahiyatçı arkadaşlar bunun fetvasını versinler.
Sövenlerden bir tanesi de Rıza Nur? Adamın hatıratını okuduk, ben birkaç defa yazdım, sansürleyerek söyleyeyim; o tarihte, "keşke ameliyat eden birini bulsam da cinsiyet değiştirsem" diyor. Atatürk'e sövenlerden biri de bu.
Said Nursi'ye bakıyoruz? Atatürk'e "deccal" diyenlerden biri. Adam kaç sene akıl hastanesinde kalmış, şizofren raporu var. Bugün onun arkasından giden birçok insan var, Mehdi diye ilan ediyorlar. Onun talebelerinden biri FETÖ diye ülkenin başına bela oldu, hala onun hocasını kutsuyorlar, bu ayrı bela.
Bir tarih dergisinin editörü var bir de, Mustafa Armağan. Adamın geçmişte Fetullah lehine yazdığı kitaplar var. Yani Fetullah'a bugün Feto diyorsunuz, bugün onu öven insanlar çok önemli mevkilerde.
Hep merak ediyoruz, Atatürk ne yaptı? Atatürk bunların hangisinin tavuğuna kışt dedi? Hangisinin namusuna dil uzattı? Hangisinin namusunu başkasına peşkeş çekti? Hangisinin toprağını başkasına verdi? Tam tersi geldi, bunların "keşke gavur gelseydi" dediği Yunan'dan İzmir'i, Afyon'u aldı, bunları bize hediye etti.
Atatürk'ün dış politikası
Şimdi asıl konuma geleyim? Atatürk'ün dış politikası, milli dış politika nasıldı? Mustafa Kemal masa başında oturmadı. Yani diplomatlıktan gelerek masa başında oturup dış politika üretmedi. Mustafa Kemal'in hayatı cephelerde geçti. Bugün Türkiye'nin dost olduğu birçok ülke ile o günün şartlarında, Balkan Savaşı'nda, Trablusgarp Savaşı'nda gitti cephede aslanlar gibi savaştı. Trablusgarp'ta İtalyanlarla savaştı. Bitlis cephesinde Ruslarla savaştı. Çanakkale'de İngilizlerle savaştı, Kurtuluş Savaşı'nda Yunan'la savaştı. Savaşmadığı gâvur kalmadı.
Ve bu savaşlardan sonra geldi bir dış politika koydu ortaya. Yani cephede savaşarak, kanını akıtarak, kan dökerek, o tecrübenin kendisine verdiği kazanımlarla bir dış politika ortaya koydu. Ve dedi ki:
"Size dört şey tavsiye ediyorum dış politikada:
1- Komşularınızın içişlerine karışmayın.
Bugün Arap Baharı'ndan bahsediliyor. Bunlar keşke Atatürk'ün dış politikasına baksalardı: "Komşularınızın içişlerine karışmayın."
Biz bugün bırakın komşularımızın içişlerine karışmayı, ciğerine elimizi soktuk, operasyon yapıyoruz elimizle, midede bağırsakta çeviriyoruz.
2- Rusya'yı tahrik etmeyin.
Atatürk bunu 1930'larda söylüyor. Bugün bırakın biz Rusya'yı tahrik etmemeyi, uçağını düşürdük, Başbakanımız dedi ki: "Ben talimat verdim." Sen talimat verdin, bu senin 3 senene, milyarlarca dolarına mâl oldu. Rusya hala Türkiye'ye barış elini uzatmış değil, temkinli yaklaşıyor.
3- Arap ülkeleriyle tarihi-sosyal-kültürel ilişkilerinizi geliştirin fakat aralarındaki anlaşmazlıklara çok fazla müdahil olmayın.
Olursanız ne olur? Bugün Türkiye'nin başına gelenler gibi olur. Selam verecek bir tane Arap ülkesi kalmaz.
4- Batının emperyalist emellerine alet olmayın.
Yani Amerika'nın, bugün kavga ettiğimiz AB'nin emperyalist emellerine alet olmayın. Siz kalkıyorsunuz Gümrük Birliği'ne imza atıyorsunuz. Kopenhag Kriterlerine imza atıyorsunuz. Leiken Kararlarına imza atıyorsunuz. Sonra, "Ey Avrupa sen bize yanlış yaptın" diyorsunuz. Atatürk diyor ki: "Batının emperyalizminin oyununa düşmeyin." Dediği yıl 1930. Duymuyorsun bu tavsiyeyi; AB diyorsun, ABD ile anlaşma diyorsun, ondan sonra başımıza neden bunlar geldi diyorsun.
Bu 4 maddede özetlenecek Atatürk'ün dış politikasını aslında bugün Atatürk yaşasaydı şu maddeyi de ilave ederdi diye düşünüyorum. Derdi ki: "Türk düşmanı Jirnovski'ye 'Ne mutlu Türk'üm diyene' dedirten bir politika uygulayan liderin peşinden gidin." Atatürk yaşasaydı 5. dış politika düsturu bu olurdu.
Dış politikada hata yapmak, çok ciddi derecede insanın başını ağrıtır. Çok olağanüstü boyutlarda... Bugün Avrupa Birliği ile Almanya ile kavgamızı biliyorsunuz. Önce Almanya'nın şirketlerinde casusluk yaptığını iddia ettik. Almanya şu cümleyi söyledi: "Şirketlerimize pozisyonlarını düzeltmelerini, Türkiye'deki yatırımlarını gözden geçirmeleri talimatını verdik."
Tek cümle, çok sessiz sakin bağırmadan! Almanya'nın Türkiye'de yaptığı milyar dolarlık yatırımlar var. Bu açıklamanın ertesinde bizim en üst düzeyde açıklamalarımız geldi: "Ya, pardon biz öyle bir şey dememiştik ki! İletişim hatası oldu." Resmi olarak açıklama yapıyorsunuz "Alman şirketlerinde casusluk yapılıyor" ertesi gün çark ediyorsunuz, "yok efendim biz öyle bir şey demedik." Ya bu nasıl iletişim hatası? Hayatınız iletişim hatası ile mi gelecek? Topluyorsunuz Alman şirketlerinin yöneticilerini, yemek yiyorsunuz, şirinlik yapıyorsunuz. Ne diyorsunuz: "Biz sizi zaten Türk şirketi gibi görüyoruz." Böyle dış politika olmaz. Deneme yanılma ile dış politika olmaz.
Biz 1000 yıldan beri bu coğrafyadayız. Rahmetli Kazım Mirşan bunu ProtoTürkler, ÖnTürkler diyerek 5000 yıla uzatıyor. Bizim 5000 yıllık devlet tecrübemiz, dış politika tecrübemiz varken kalkıp bu tecrübesizlikleri yaşamamız lazım. Bu tecrübeyi dışişlerinde uygulayacağız, yine abi devlet, baba devlet olacağız.
Denktaş'ın devlet anlayışı
Rahmetli Rauf Denktaş ölümüne kısa bir süre kala kendisini ziyarete gelen gençlere şu konuşmayı yapıyor: "Beni yalnız bırakmadınız, en zor günlerde devamlı surette dualarınızla, mesajlarınızla, mektuplarınızla, telefonlarınızla bana moral verdiniz. Başınız daima yukarıda olsun. Hiçbir şekilde Türklüğünüzden Atatürk ilkelerinden taviz vermeyen sizler gelecek yıllarda da taviz vermeyeceksiniz. Unutmayınız ki devlet demek hürriyet demektir, kendimize hakim olmak demektir. Kimsenin boyunduruğuna girmemek, ayakta durmak demektir. Devlete sahip olmak mal sahibi olmak demektir, bunları unutmayın. Devletsiz iseniz çulsuz bir insan gibisiniz. Atatürk devlet dedi, bağımsızlık dedi, bağımsızlık benim karakterimdir dedi."
Aslında Rauf Denktaş diyor ki; ey gençler, ben size bağımsızlıktan, devletin nasıl olmasından bahsediyorum, Atatürk'ten bahsediyorum, ben size aslında Haydar Hoca'dan bahsediyorum.
Çünkü bugün bunları Haydar Baş Hocamızdan başka söyleyen yok. O'ndan başka anlatan yok.
Onun bütün konuşmalarına bakın. Bütün konuşmalarında devlet, bayrak, vatan, bağımsızlık, Ehl-i Beyt; örgü bu. Çatı böyle kuruldu. Ama başka yerlere bakın, başka konuşmaları dinleyin, başka yerlerde nasıl dalgalar geldiğini görün mideniz bulanır, tiksinirsiniz.
Kısaca; adres belli, reçete belli, bu sözlerin, bu mesajın sahibi olan Prof. Dr. Haydar Baş Bey'in gölgesinde gölgelenmeye devam ettiğimiz müddetçe emin olun, toplumun da, devletin de, milletin de hiçbir sorunu kalmayacak.
Muharrem Bayraktar'ın bu önemli konuşmasından bazı bölümleri siz değerli okuyucularımızın dikkatlerine sunuyoruz:
Şimdi insanların karnının nasıl doyurulduğu ile ilgili sizlere 50-60 sene öncesine giderek bir olay anlatacağım.
Olayı anlatan kim?
Prof. Dr. Haydar Baş Bey anlatıyor bunu? Yeni Mesaj gazetesinde yazmış, 23 Haziran 2017. Burada, "dedemin cömertliği" diye başlıyor ilk cümle. Bahsettiği kişi dedesi Rasim Ağa. Ben kendisini tanıma fırsatı buldum, büyük dedem olduğu için. Rasim Ağa'ya, Çarıkçı Rasim deniliyor. Ben Prof. Dr. Haydar Baş Bey'in makalesinden okuyayım. İnsanların karnı nasıl doyuyor:
"Dedemin cömertliğini unutmak mümkün değil. Bayram sabahı evi dolar, namazdan çıkanların ilk adresi olurdu. Yenilir, içilir, büyük küçük herkes bayram sevincini orada yaşar, bayramlaşırlardı. Allahümme Salli Gavze Nine diye anılan Ninem neler yapmazdı ki, bayram sabahı camiden çıkan misafirleri için. Yağlı koyun etinden hazırlanmış lahana sarmaları, pilavlar, kahvaltılıkların yanında yer alırdı. Büyük çömleklerde yoğurtlar, çorbalar ve tabi ki ninemin meşhur sütlaçları... Ve kimseye niye yedin denmez, herkes gönlünce doyana kadar yer ve dua ile kalkardı gönül sofrasından. Büyüklerin sayıldığı, küçüklerin kollandığı günlerdi geçmişimiz, şimdi bu kalmadı. Herhalde halk mahkemeleri denilen şey o günlerde dedemin uyguladığı mahkeme biçimiydi."
"Rahmetli Hüseyin Amcam" diyor yazısında Prof. Dr. Haydar Baş Bey, "Biz babamın yerini dolduramadık diye hayıflanır, benim için de, bu hoca babamın yerini dolduracak" derdi.
Yani rahmetli Hüseyin Amca, babası Rasim Ağa'dan gördüğü o uygulamayı, o insanların karnını doyurma âdetini, bugün Haydar Hoca'nın sosyal devlet diye şekillendirdiği şeyi anlatıyor. "Bu Haydar Hoca milletin karnını doyuracak" diyor.
1940'lar 1950'ler yoksulluğun ayyuka çıktığı bir ortamda Haydar Baş Hoca'nın dedelerinin o yokluk ortamında bayram namazından çıkan yüzlerce insanı doyuran bir nesilden gelen bir liderden bahsediyoruz.
Dolayısıyla millet gerçekten karnının doyurulmasını istiyorsa, bunun anahtarının kimde olduğu belli.
Atatürk'e kimler saldırıyor?
Gelelim Atatürk bahsine... Atatürk'e sövenler, durdular dindiler zannediyoruz. Dün de bir meczuptan bahsediyorlar. Şanlıurfa'da eline balta almış, Atatürk'ün büstüne saldırdı. Büstünü kırdı. Diyorlar ki: "Bir meczup Atatürk'ün büstüne saldırdı, Atatürk'e hakaret etti." Sanki bu ülkede sadece meczuplar Atatürk'e saldırıyormuş gibi bir durum var.
Sonra adamın adına baktım. Bu kimdir diye? Adamın adı Mehmet Malbora. Malbora soyadı! Şimdi bu Malbora'ya, soyadındaki Amerikan sigarasından baksam tamamen Amerika'ya oturuyor. Kim vermiş bu soyadı? Atatürk'ün soyuna sopuna sövüyorlar ya, adamın soyuna soyadına bak: Malbora. Soyadı Malbora olan adam Atatürk'ün heykeline saldırıyor.
Kadir Mısıroğlu'na bakıyorsunuz; sövenlerin başında geliyor. "Keşke Yunan gelseydi de daha iyi olurdu, Atatürk'ün yaptığı tahribatı yapmazdı" diyor. Yani gâvur gelip işgal etseydi bu ülkeyi daha iyi olurdu anlamı çıkıyor. Bir insan, bir Müslüman "gâvur bizi işgal etseydi, Müslüman'ın eline geçirmesinden daha iyi" derse bunun hükmü nedir? İlahiyatçı arkadaşlar bunun fetvasını versinler.
Sövenlerden bir tanesi de Rıza Nur? Adamın hatıratını okuduk, ben birkaç defa yazdım, sansürleyerek söyleyeyim; o tarihte, "keşke ameliyat eden birini bulsam da cinsiyet değiştirsem" diyor. Atatürk'e sövenlerden biri de bu.
Said Nursi'ye bakıyoruz? Atatürk'e "deccal" diyenlerden biri. Adam kaç sene akıl hastanesinde kalmış, şizofren raporu var. Bugün onun arkasından giden birçok insan var, Mehdi diye ilan ediyorlar. Onun talebelerinden biri FETÖ diye ülkenin başına bela oldu, hala onun hocasını kutsuyorlar, bu ayrı bela.
Bir tarih dergisinin editörü var bir de, Mustafa Armağan. Adamın geçmişte Fetullah lehine yazdığı kitaplar var. Yani Fetullah'a bugün Feto diyorsunuz, bugün onu öven insanlar çok önemli mevkilerde.
Hep merak ediyoruz, Atatürk ne yaptı? Atatürk bunların hangisinin tavuğuna kışt dedi? Hangisinin namusuna dil uzattı? Hangisinin namusunu başkasına peşkeş çekti? Hangisinin toprağını başkasına verdi? Tam tersi geldi, bunların "keşke gavur gelseydi" dediği Yunan'dan İzmir'i, Afyon'u aldı, bunları bize hediye etti.
Atatürk'ün dış politikası
Şimdi asıl konuma geleyim? Atatürk'ün dış politikası, milli dış politika nasıldı? Mustafa Kemal masa başında oturmadı. Yani diplomatlıktan gelerek masa başında oturup dış politika üretmedi. Mustafa Kemal'in hayatı cephelerde geçti. Bugün Türkiye'nin dost olduğu birçok ülke ile o günün şartlarında, Balkan Savaşı'nda, Trablusgarp Savaşı'nda gitti cephede aslanlar gibi savaştı. Trablusgarp'ta İtalyanlarla savaştı. Bitlis cephesinde Ruslarla savaştı. Çanakkale'de İngilizlerle savaştı, Kurtuluş Savaşı'nda Yunan'la savaştı. Savaşmadığı gâvur kalmadı.
Ve bu savaşlardan sonra geldi bir dış politika koydu ortaya. Yani cephede savaşarak, kanını akıtarak, kan dökerek, o tecrübenin kendisine verdiği kazanımlarla bir dış politika ortaya koydu. Ve dedi ki:
"Size dört şey tavsiye ediyorum dış politikada:
1- Komşularınızın içişlerine karışmayın.
Bugün Arap Baharı'ndan bahsediliyor. Bunlar keşke Atatürk'ün dış politikasına baksalardı: "Komşularınızın içişlerine karışmayın."
Biz bugün bırakın komşularımızın içişlerine karışmayı, ciğerine elimizi soktuk, operasyon yapıyoruz elimizle, midede bağırsakta çeviriyoruz.
2- Rusya'yı tahrik etmeyin.
Atatürk bunu 1930'larda söylüyor. Bugün bırakın biz Rusya'yı tahrik etmemeyi, uçağını düşürdük, Başbakanımız dedi ki: "Ben talimat verdim." Sen talimat verdin, bu senin 3 senene, milyarlarca dolarına mâl oldu. Rusya hala Türkiye'ye barış elini uzatmış değil, temkinli yaklaşıyor.
3- Arap ülkeleriyle tarihi-sosyal-kültürel ilişkilerinizi geliştirin fakat aralarındaki anlaşmazlıklara çok fazla müdahil olmayın.
Olursanız ne olur? Bugün Türkiye'nin başına gelenler gibi olur. Selam verecek bir tane Arap ülkesi kalmaz.
4- Batının emperyalist emellerine alet olmayın.
Yani Amerika'nın, bugün kavga ettiğimiz AB'nin emperyalist emellerine alet olmayın. Siz kalkıyorsunuz Gümrük Birliği'ne imza atıyorsunuz. Kopenhag Kriterlerine imza atıyorsunuz. Leiken Kararlarına imza atıyorsunuz. Sonra, "Ey Avrupa sen bize yanlış yaptın" diyorsunuz. Atatürk diyor ki: "Batının emperyalizminin oyununa düşmeyin." Dediği yıl 1930. Duymuyorsun bu tavsiyeyi; AB diyorsun, ABD ile anlaşma diyorsun, ondan sonra başımıza neden bunlar geldi diyorsun.
Bu 4 maddede özetlenecek Atatürk'ün dış politikasını aslında bugün Atatürk yaşasaydı şu maddeyi de ilave ederdi diye düşünüyorum. Derdi ki: "Türk düşmanı Jirnovski'ye 'Ne mutlu Türk'üm diyene' dedirten bir politika uygulayan liderin peşinden gidin." Atatürk yaşasaydı 5. dış politika düsturu bu olurdu.
Dış politikada hata yapmak, çok ciddi derecede insanın başını ağrıtır. Çok olağanüstü boyutlarda... Bugün Avrupa Birliği ile Almanya ile kavgamızı biliyorsunuz. Önce Almanya'nın şirketlerinde casusluk yaptığını iddia ettik. Almanya şu cümleyi söyledi: "Şirketlerimize pozisyonlarını düzeltmelerini, Türkiye'deki yatırımlarını gözden geçirmeleri talimatını verdik."
Tek cümle, çok sessiz sakin bağırmadan! Almanya'nın Türkiye'de yaptığı milyar dolarlık yatırımlar var. Bu açıklamanın ertesinde bizim en üst düzeyde açıklamalarımız geldi: "Ya, pardon biz öyle bir şey dememiştik ki! İletişim hatası oldu." Resmi olarak açıklama yapıyorsunuz "Alman şirketlerinde casusluk yapılıyor" ertesi gün çark ediyorsunuz, "yok efendim biz öyle bir şey demedik." Ya bu nasıl iletişim hatası? Hayatınız iletişim hatası ile mi gelecek? Topluyorsunuz Alman şirketlerinin yöneticilerini, yemek yiyorsunuz, şirinlik yapıyorsunuz. Ne diyorsunuz: "Biz sizi zaten Türk şirketi gibi görüyoruz." Böyle dış politika olmaz. Deneme yanılma ile dış politika olmaz.
Biz 1000 yıldan beri bu coğrafyadayız. Rahmetli Kazım Mirşan bunu ProtoTürkler, ÖnTürkler diyerek 5000 yıla uzatıyor. Bizim 5000 yıllık devlet tecrübemiz, dış politika tecrübemiz varken kalkıp bu tecrübesizlikleri yaşamamız lazım. Bu tecrübeyi dışişlerinde uygulayacağız, yine abi devlet, baba devlet olacağız.
Denktaş'ın devlet anlayışı
Rahmetli Rauf Denktaş ölümüne kısa bir süre kala kendisini ziyarete gelen gençlere şu konuşmayı yapıyor: "Beni yalnız bırakmadınız, en zor günlerde devamlı surette dualarınızla, mesajlarınızla, mektuplarınızla, telefonlarınızla bana moral verdiniz. Başınız daima yukarıda olsun. Hiçbir şekilde Türklüğünüzden Atatürk ilkelerinden taviz vermeyen sizler gelecek yıllarda da taviz vermeyeceksiniz. Unutmayınız ki devlet demek hürriyet demektir, kendimize hakim olmak demektir. Kimsenin boyunduruğuna girmemek, ayakta durmak demektir. Devlete sahip olmak mal sahibi olmak demektir, bunları unutmayın. Devletsiz iseniz çulsuz bir insan gibisiniz. Atatürk devlet dedi, bağımsızlık dedi, bağımsızlık benim karakterimdir dedi."
Aslında Rauf Denktaş diyor ki; ey gençler, ben size bağımsızlıktan, devletin nasıl olmasından bahsediyorum, Atatürk'ten bahsediyorum, ben size aslında Haydar Hoca'dan bahsediyorum.
Çünkü bugün bunları Haydar Baş Hocamızdan başka söyleyen yok. O'ndan başka anlatan yok.
Onun bütün konuşmalarına bakın. Bütün konuşmalarında devlet, bayrak, vatan, bağımsızlık, Ehl-i Beyt; örgü bu. Çatı böyle kuruldu. Ama başka yerlere bakın, başka konuşmaları dinleyin, başka yerlerde nasıl dalgalar geldiğini görün mideniz bulanır, tiksinirsiniz.
Kısaca; adres belli, reçete belli, bu sözlerin, bu mesajın sahibi olan Prof. Dr. Haydar Baş Bey'in gölgesinde gölgelenmeye devam ettiğimiz müddetçe emin olun, toplumun da, devletin de, milletin de hiçbir sorunu kalmayacak.