BTP Genel Başkanı Prof. Dr. Haydar Baş, hakkındaki iddialara net cevaplar verdi. Şimdiye kadar hakkında yüzlerce dava açıldığını belirten BTP, bunların tümünü kazandıklarını ifade ederek, "Alnımız o günlerde de açıktı, bugün de açıktır" dedi.
Bağımsız Türkiye Partisi (BTP) Genel Başkanı Prof. Dr. Haydar Baş, hakkındaki iddialara Meltem TV'de katıldığı Ekovizyon programında cevap verdi. BTP genel başkan yardımcıları ve avukatlarıyla birlikte programa katıyan BTP Genel Başkanı Prof. Dr. Baş, 12 Eylül 1980 askeri müdahalesinden bu yana hakkında açılan 'davalar' sonucunda uğradığı mağduriyetleri tek tek anlattı. Son 29 yıldır her hükümet döneminde onlarca davaya maruz kaldığını belirten Prof. Dr. Baş; hakkında açılan ceza davalarının tümünün beraatla sonuçlandığını, buna mukabil açtığı tazminat davalarını da kazandığını dile getirdi.
Ergenekon iddialarıBazı basın yayın organlarında hakkında yer alan Ergenekon iddialarına da cevap veren BTP Genel Başkanı Prof. Dr. Baş, Ergenekon davasında sanık konumundaki Mustafa Balbay ile Ergun Poyraz'ın kendisi hakkında haberler kaleme aldıklarını bildirdi. Yine Ergenekon soruşturması kapsamında ifade veren Kemal Gürüz'ün YÖK başkanlığı döneminde Azerbaycan'dan aldığı profesörlük unvanıyla ilgili olarak hakkında dava açtığını belirten BTP Genel Başkanı, "Ben ne askerin, ne de devletin adamıyım. Ben milletin adamıyım" dedi. Prof. Dr. Haydar Baş, "Ben hiçbir zaman ne devletimi, ne askerimi, ne de bununla ilgili kurum ve kuruluşlarımı Yüce Milletimizin huzurunda eleştirip, bundan bir puan elde etmek istemem. Benim de senelerden beri kulağımıza gelen bu dedikodulara bir gün cevap vermemiz gerekiyordu. Ancak kaderin cilvesine bakın ki, biz bu yıl Hacca gittikten hemen sonra üzerimize iftira ile saldıran, benim tarafımdan bilinen ama sizler açısından meçhul olan kişiler, yine ordu - asker beni yönlendirmeye kalkmış, ben onun adına Türkiye'de faaliyet göstermişim! Bendeniz Mekke-i Mukerreme'deyim. Bir akşam vakti Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Emin Koç beyefendi ile birlikteyiz. 'Hocam' dedi. Türkiye'de bizden sonra böyle böyle bir gelişme oldu. Asker bizi yönlendiriyormuş, filan şahısla mutabakat halinde iş yapıyormuşuz. 'Keşke' dedim, 'İnşallah, Allah bize o günleri de gösterir.' Şimdi göreceksiniz ki, ne TSK'yı, ne de Türkiye Cumhuriyeti Devletini eleştirmek ve karşıma almak maksadım yok ancak bazı hakikatleri kavramanız ve neler çektiğimi görmeniz için işin içine gireceğim. Diyeceksiniz ki, bu adamın başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmedi."
Prof. Dr. Haydar Baş'ın dilinden 12 Eylül sonrası1980 Cumhuriyeti koruma ve kollama harekatı yapıldıktan hemen sonra - ki o dönemde bir siyasi partinin Trabzon il başkanıydım- o günleri hatırlamamak için o partinin ismini vermiyorum. Gençliğimizi tahrik ederek, bir takım olaylar içine sokmaya çalışanlara mani olmak için, parti teşkilatımızın hizmetçisi Hasan Efendi ile birlikte elimizde bir teneke boya gece sokaklara çıkardık, bizim partili diye kabul ettiğimiz arkadaşların yazdığı sloganları silerdik. Ki gençlik bir çatışmanın içine girmesin, o dönemde sağ - sol kamplaşması doruk noktaya çıkmış, 12 Eylül öncesi son 3 ay içinde sadece Trabzon'da 90 fail-i meçhul olay yaşanmıştı. Cinayet işleniyor, kim işlediği belli değil. Böyle bir dönemde bir kurumun başında olan bir insan olarak ne yaparsınız? O dönemde partiler mahalleri, bölgeleri paylaşıyorlardı. Orası solcuların, burası sağcıların diye. Gençler de bize geliyor, 'şurayı, burayı alalım' diyorlar. Ben de 'Bütün Türkiye bizim' diyerek bu kamplaşmaya kesinlikle müsaade etmedim. "Sizin Genel Başkanınız buna müsaade etse de -ifademe iyi dikkat edin- ben bu milletin evladıyım, bu milleti kucaklamaya mecbur ve memurum" diyordum. O gün tavrımı belirledim. Hiç kimseye hukukun dışında bir adım attırmadım. Atanlar olsa da, gece duvarlara slogan yazanlar olduysa da biz bunları Hasan Efendi ile hallettik. Ben dindar bir insanım. Dini kimliğimden dolayı da iftihar ederim. Bu dedemden, ailemden kalma bir tabiattır bende. Bu yönümüzü ele alarak, o günün şartlarında üzerimize gelenler bir gedik açamayınca 12 Eylül'ün hemen akabinde, ihtilalin ikinci günü beni evimden aldılar. Kaderin cilvesine bakın ki, askerin adamı olan Haydar Baş asker tarafından içeri alınıyor ve sorguya tabi tutuluyor. Beni sorgulayan siyasi şube başkanı beni çok iyi tanıyordu. Dedim ki, "İhsan bey, hacca gitmek için bu sene hazırlıklarımı yaptım. Beni fazla tutmayın. Müsaade edin, gideyim haccıma." Bana ileri - geri bir takım sorular yöneltti. Dedim ki ona, "Sorduğun sorulara inanıyorsan, ben de altına imza atayım." Dedi ki, "Ben inanmıyorum." Ben de ona dedim ki, "İnanmadığın soruları niye bana soruyorsun."
İkinci sorgulanmamız Tugay'da oldu. Askeri savcı bana bir takım sorular yöneltti. Sorduğu soruların özü şu: Türkiye Cumhuriyeti Devleti aleyhinde her hangi bir hazırlık yapıyor musunuz? "Yok" dedim, "Bu nereden çıktı, komutanım?" "Sadece soruyoruz" dedi. Döndü ilgili arkadaşa? "Bu konuda Haydar Baş'ın yayınlanmış bir kitabı, bir eseri var mı?" İlgili şahıs, "Yok" dedi. O zaman askeri savcı, "Bu adamı neden buraya getirdiniz?" dedi. Devamında savcının aynen ifadesi şu: Ben her yemek arkasında bir kadeh rakı içerim. Bana kimse karışamaz. Bu kardeşimiz de istediği kadar 'Allah' der, ona da kimse karışamaz. Burası böyle geçti. Bir yıl sonra Hacca gidip geldikten sonra, Giresun'da bizim arkadaşları 'sokağa çıkma yasağını' ihlal ettikleri için içeri aldılar. "Sizin Hocanız kim, üstadınız kim" en sonunda iş bize uzanıyor. Trabzon 3. Şube kalabalık bir ekiple Akçaabat'taki işyerimize gelerek, "Hocam kusura bakma, seni Giresun'a getirmek zorundayız" dediler. "Niçin" dedim. Onlar da durumu anlattılar. "Öyle mi?" dedim. Annem o zaman sağ, Akşam namazını kılıyor. "Anne" dedim, "Müsaade edersen elini öpeceğim, hakkını helal eyle. Belki senden bir aya yakın uzakta kalacağım. Merak edecek bir şey de yoktur, endişe etme." Gelen polis de temiz bir arkadaş. Annem ona, "Nedir bu oğlumla uğraşıp duruyorsunuz" dedi.
Karakolda müteferrika denilen bir yer var, iki tarafta polisler dizilmiş. "Vay, bu çok gençmiş" dediler. Beni yaşlı bir insan bekliyorlar. 3. gün üzeri beni gece yarısı ifadeye aldılar. Dediler ki, "Giresun'dan falan şahıslar Akçaabat'a gelip, Allah dediler, Lailahe İllalhah dediler, zikir yaptılar. Doğru mu?" "Yok" dedim. Ben çok da inat bir adamım. Yeri geldi mi, ölüme de 'evet' derim. Biz dünyaya bir defa geldik. İstikametimizi korumaya mecburuz. Bu can gider ama istikamet gitmez. Sorgu amiri babayiğit bir delikanlı. O bana soruyor. Bu delikanlı beni rahat bırakıyor. Bir yandan soruyor, öte yandan da 'bana kızma' demeye getiriyor. Ben ise 'Öyle bir durum yok. Bunların tamamı iftiradır' dedim. "Hasan oğlu Haydar Baş, sen değil misin" diye sordular. Ben de dedim ki, "Evet ama buradaki Haydar Baş ben değilim." Kaderin cilvesine bakın ki, tezkerede 1957 doğumlu yazıyor, oysa ben 1947 doğumluyum. Ben de onlara şu mesajı verdim: "Bugüne kadar devletin aleyhinde hiçbir hareketim olmadı. Siz benim ibadetimi suç olarak gösteriyorsunuz." İdi Amin denilen siyasi şubeden sorumlu bir amir, bir saat sorgulamadan sonra 'gel' diyerek beni odasına aldı. Odada sol eli bir demire bağlı olarak ifade veren bir delikanlı vardı. Bana dedi ki, "Senin sorgunu bu delikanlı gibi yapmıyoruz. Seni serbest bırakıyoruz. Neden doğruyu konuşmuyorsun?" Öyle deyince, "Bana bak" dedim. "Senin ismini dahi bilmiyorum. Sen kim oluyorsun. Ben Rusya'da mıyım? Bana diyorsun ki, evinde oturup Kuran okudun mu, mevlit okudun mu, Allah dedin mi? Ben askerliğini yedek subay olarak yapmış birisiyim. Askerde ateş hattına girdiğinde süngünü tak, Allah Allah diyerek düşmana saldır, diye eğitildik. Orada serbest, burada yasak. Nereden çıktı bu?" Celallenmişim. Kalbi acayip mutmain oldu. Bir anda döndü. "Tamam" dedi, "Ne diyorsan, doğru" dedi. Diğer görevlilere, "Ne diyorsa, onu yazın" dedi. "Son olarak seni içerdeki arkadaşlarla yüzleştireceğiz. Şayet bunlar seni tanımıyorsa, seni bırakacağız" dedi. "İyi" dedim. Ben Müteferrika'ya indim. Adanalı Ahmet diye bir polis vardı. Allah onun geçmişlerine rahmet etsin. Ona dedim ki, "Bizim arkadaşlar öyle çetecilikten anlamazlar. Sen onlara de ki, yarın sizi Hocayla karşılaştıracaklar. Sakin Hocayı tanımayın." "Tamam, Hocam" dedi, "Sen hiç merak etme. Ben haber veririm" dedi. Ali Kocaman isminde arkadaşla beni yüzleştirdiler. İdi Amin denilen şube reisi soruyor: "Evine gidip Kuran okuduğunuz, zikrettiğiniz Haydar Baş bu adam mıdır?" O aşağıdan yukarı bana bakarak, "Yüzde 90 bu değil" dedi. Bir açık kapı bıraktı. Ben de dedim ki, "Ne zorluyorsun? Adam, kesinlikle tanımıyorum" diyor. "Ben sen olduğuna eminim" dedi. Neyse arabaya bindik, dedim ki, "Bak İdi Amin - ismini bilmediğim için böyle diyorum- Ben burada çürüyecek değilim. Hayat boyu benden çekeceksin. Benim inancımla uğraşanı affetmem. Ben laik, demokratik, hukuk devletine sonuna kadar bağlı, dindar bir adamım. Hiç kimse de buna mani olamaz. Devletime, milletime, Atatürk ilke ve inkılaplarına sonuna kadar bağlı bir insanım. Aç hayatımı, oku" dedim. Gene etkilendi ama inadından da vazgeçmiyor. Bizim kararımız gıyabi, bunu vicahiye çevirecekler. Beni Erdoğan isminde bir hakimin huzuruna çıkardılar. Tertemiz bir hakim. Bana sorular sordu, ben de dedim ki, "Ben böyle bir kişiyi tanımıyorum" dedim. "Ver bakalım kimliğini" dedi. "Doğru, bu adam bu değil" dedi. Hemen beni bıraktı. Bunlar inat, savcıyla anlaşmışlar. Bir karar daha çıkardılar, beni o gün içeri attılar. Ali Kocaman ile mazgal deliğinden konuşuyorum. Ona dedim ki, "Ben sana haber gönderiyorum, skin beni tanıma diye. Sen diyorsun ki, yüzde 90 bu değil. Bunun anlamı yüzde 10 tanıyorum, demektir." O da dedi ki, "Hocam günah değil mi?" "Allah senin canını almasın!" dedim?
Türkiye'de müthiş bir tiyatro oynanıyor. Bir Müslüman değil devletini karıncayı bile incitemez. Bunların hepsi iftira, yalan ve dolandır. Ve dava kapsamına alınıyor. O zaman Devlet Güvenlik Mahkemeleri Erzincan'da. Benim dosya oraya gidiyor. Dosya oraya gitmeden evvel, dönemin Giresun Barosu Başkanı, iyi bir hukukçu olan rahmetli Ahmet Ersöz'ü çağırdım, konuştuk. Dosyama baktıktan sonra konuşalım, dedim. Baktı, geldi. Dedi ki, "Bunda bir şey yok. Böyle suç mu olur? Neymiş, Kuran okudun, mevlit okudun, Allah dedin. Böyle suç olmaz" dedi. "Bak" dedim, "Benden para sızdırmak için yapıyorsan?" "Yok, tenzih ederim. Öyle şey mi olur Hocam. Hürmetim var size. Ben sizi tanıyorum. Hatta Trabzon'a geldiğimde sizden bana söz ederlerdi" dedi. "İyi" dedim, "Biz de tam adamına düşmüşüz." Aşırı solcu diye bilinen bir adam? "Bu dava Erzincan'a gidecek. Bu 6 ayda sürer, 7 ayda. Dosya gidip gelene kadar sen içeride kalacaksın." O zaman ekonomi de iyi değil. Kış günü. Bizim oranın soğuğu Doğu'nun soğuğa da benzemez. Adamın ruhuna işler. Anamı, çoluk çocuğu düşünüyorum. Hep bunlar kafamdan gelip geçiyor. Allah'a yalvardım. 6 ayda gidip gelecek dosya 17 günde geldi. Askeri savcılık, "Biz bunlara bakmıyoruz, ne yaparsanız yapın" dedi. Yetkisizlik kararı verdi. Giresun'da benim aleyhime eski TCK'nın 163. Maddesinden dava açıldı. İşte devletin adamı Haydar Hoca'ya açtıkları dava: "1982, 23 Esas no'su ve 982 / 400 karar no'su ile verilen kararda dava konusu suç, laikliğe aykırı olarak devletin temel nizamlarını kısmen de olsa dini esaslara uydurmak amacıyla cemiyet teşkil etmek, propaganda yapmak, sıkıyönetim emirlerine riayet etmeyerek gece sokağa çıkma yasağına muhalefet?"
Gerekçeli karar: "Benim de aralarında bulunduğum sanıkların TCK 163. Maddedeki suçu işlemedikleri dosya münderecatında ve bilirkişi raporlarına göre, bu suçu işlemediklerine kanaat getirilerek beraatlarına karar verilmiştir." Giresun Ağır Ceza Mahkemesi'nin bu kararının ardından ben Maliye Hazinesi aleyhine tazminat davası açtım. Türkiye'de ilk defa böyle bir davada tazminat kazanan Haydar Hoca olmuştur. Karar şöyledir: 466 sayılı yasaya göre, tutuklu Haydar Baş 13 bin 330 Lira maddi, 50 bin lira manevi tazminatın haksız olarak tutuklandığı için Hazine'den alınarak davacıya verilmesine karar verilmiştir. Ondan sonra açılan dava da lehimize sonuçlandı. Akabinde bu kapsamda açılan davalara da hukuk önünde cevap verdik. Alnımız o gün de açıktı, bugün de açıktır. Devletin hiçbir günahı yoktur, ordunun da hiçbir günahı yoktur. Bunlar kurum ve kuruluşlardır. Devleti ve milleti ayakta tutan irade, zihniyetine ve ideolojisine göre vatandaşa tavır takınıyor. Ben o gün de, bugün de aynı inançtayım: Devletin hiçbir günahı yok, bu devlet benim devletim. Ordunun hiçbir günahı yok, bu ordu benim ordum. Bunlar olmazsa, millet diye bir kurum olmaz. Yıllardan bu yana oynanan oyun ordu ile devleti devre dışı bırakıp, millet denilen bu köklü varlığı yok etmektir. İşte ben bunun savaşını verdim, veriyorum.
Bağımsız Türkiye Partisi (BTP) Genel Başkanı Prof. Dr. Haydar Baş, hakkındaki iddialara Meltem TV'de katıldığı Ekovizyon programında cevap verdi. BTP genel başkan yardımcıları ve avukatlarıyla birlikte programa katıyan BTP Genel Başkanı Prof. Dr. Baş, 12 Eylül 1980 askeri müdahalesinden bu yana hakkında açılan 'davalar' sonucunda uğradığı mağduriyetleri tek tek anlattı. Son 29 yıldır her hükümet döneminde onlarca davaya maruz kaldığını belirten Prof. Dr. Baş; hakkında açılan ceza davalarının tümünün beraatla sonuçlandığını, buna mukabil açtığı tazminat davalarını da kazandığını dile getirdi.
Ergenekon iddialarıBazı basın yayın organlarında hakkında yer alan Ergenekon iddialarına da cevap veren BTP Genel Başkanı Prof. Dr. Baş, Ergenekon davasında sanık konumundaki Mustafa Balbay ile Ergun Poyraz'ın kendisi hakkında haberler kaleme aldıklarını bildirdi. Yine Ergenekon soruşturması kapsamında ifade veren Kemal Gürüz'ün YÖK başkanlığı döneminde Azerbaycan'dan aldığı profesörlük unvanıyla ilgili olarak hakkında dava açtığını belirten BTP Genel Başkanı, "Ben ne askerin, ne de devletin adamıyım. Ben milletin adamıyım" dedi. Prof. Dr. Haydar Baş, "Ben hiçbir zaman ne devletimi, ne askerimi, ne de bununla ilgili kurum ve kuruluşlarımı Yüce Milletimizin huzurunda eleştirip, bundan bir puan elde etmek istemem. Benim de senelerden beri kulağımıza gelen bu dedikodulara bir gün cevap vermemiz gerekiyordu. Ancak kaderin cilvesine bakın ki, biz bu yıl Hacca gittikten hemen sonra üzerimize iftira ile saldıran, benim tarafımdan bilinen ama sizler açısından meçhul olan kişiler, yine ordu - asker beni yönlendirmeye kalkmış, ben onun adına Türkiye'de faaliyet göstermişim! Bendeniz Mekke-i Mukerreme'deyim. Bir akşam vakti Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Emin Koç beyefendi ile birlikteyiz. 'Hocam' dedi. Türkiye'de bizden sonra böyle böyle bir gelişme oldu. Asker bizi yönlendiriyormuş, filan şahısla mutabakat halinde iş yapıyormuşuz. 'Keşke' dedim, 'İnşallah, Allah bize o günleri de gösterir.' Şimdi göreceksiniz ki, ne TSK'yı, ne de Türkiye Cumhuriyeti Devletini eleştirmek ve karşıma almak maksadım yok ancak bazı hakikatleri kavramanız ve neler çektiğimi görmeniz için işin içine gireceğim. Diyeceksiniz ki, bu adamın başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmedi."
Prof. Dr. Haydar Baş'ın dilinden 12 Eylül sonrası1980 Cumhuriyeti koruma ve kollama harekatı yapıldıktan hemen sonra - ki o dönemde bir siyasi partinin Trabzon il başkanıydım- o günleri hatırlamamak için o partinin ismini vermiyorum. Gençliğimizi tahrik ederek, bir takım olaylar içine sokmaya çalışanlara mani olmak için, parti teşkilatımızın hizmetçisi Hasan Efendi ile birlikte elimizde bir teneke boya gece sokaklara çıkardık, bizim partili diye kabul ettiğimiz arkadaşların yazdığı sloganları silerdik. Ki gençlik bir çatışmanın içine girmesin, o dönemde sağ - sol kamplaşması doruk noktaya çıkmış, 12 Eylül öncesi son 3 ay içinde sadece Trabzon'da 90 fail-i meçhul olay yaşanmıştı. Cinayet işleniyor, kim işlediği belli değil. Böyle bir dönemde bir kurumun başında olan bir insan olarak ne yaparsınız? O dönemde partiler mahalleri, bölgeleri paylaşıyorlardı. Orası solcuların, burası sağcıların diye. Gençler de bize geliyor, 'şurayı, burayı alalım' diyorlar. Ben de 'Bütün Türkiye bizim' diyerek bu kamplaşmaya kesinlikle müsaade etmedim. "Sizin Genel Başkanınız buna müsaade etse de -ifademe iyi dikkat edin- ben bu milletin evladıyım, bu milleti kucaklamaya mecbur ve memurum" diyordum. O gün tavrımı belirledim. Hiç kimseye hukukun dışında bir adım attırmadım. Atanlar olsa da, gece duvarlara slogan yazanlar olduysa da biz bunları Hasan Efendi ile hallettik. Ben dindar bir insanım. Dini kimliğimden dolayı da iftihar ederim. Bu dedemden, ailemden kalma bir tabiattır bende. Bu yönümüzü ele alarak, o günün şartlarında üzerimize gelenler bir gedik açamayınca 12 Eylül'ün hemen akabinde, ihtilalin ikinci günü beni evimden aldılar. Kaderin cilvesine bakın ki, askerin adamı olan Haydar Baş asker tarafından içeri alınıyor ve sorguya tabi tutuluyor. Beni sorgulayan siyasi şube başkanı beni çok iyi tanıyordu. Dedim ki, "İhsan bey, hacca gitmek için bu sene hazırlıklarımı yaptım. Beni fazla tutmayın. Müsaade edin, gideyim haccıma." Bana ileri - geri bir takım sorular yöneltti. Dedim ki ona, "Sorduğun sorulara inanıyorsan, ben de altına imza atayım." Dedi ki, "Ben inanmıyorum." Ben de ona dedim ki, "İnanmadığın soruları niye bana soruyorsun."
İkinci sorgulanmamız Tugay'da oldu. Askeri savcı bana bir takım sorular yöneltti. Sorduğu soruların özü şu: Türkiye Cumhuriyeti Devleti aleyhinde her hangi bir hazırlık yapıyor musunuz? "Yok" dedim, "Bu nereden çıktı, komutanım?" "Sadece soruyoruz" dedi. Döndü ilgili arkadaşa? "Bu konuda Haydar Baş'ın yayınlanmış bir kitabı, bir eseri var mı?" İlgili şahıs, "Yok" dedi. O zaman askeri savcı, "Bu adamı neden buraya getirdiniz?" dedi. Devamında savcının aynen ifadesi şu: Ben her yemek arkasında bir kadeh rakı içerim. Bana kimse karışamaz. Bu kardeşimiz de istediği kadar 'Allah' der, ona da kimse karışamaz. Burası böyle geçti. Bir yıl sonra Hacca gidip geldikten sonra, Giresun'da bizim arkadaşları 'sokağa çıkma yasağını' ihlal ettikleri için içeri aldılar. "Sizin Hocanız kim, üstadınız kim" en sonunda iş bize uzanıyor. Trabzon 3. Şube kalabalık bir ekiple Akçaabat'taki işyerimize gelerek, "Hocam kusura bakma, seni Giresun'a getirmek zorundayız" dediler. "Niçin" dedim. Onlar da durumu anlattılar. "Öyle mi?" dedim. Annem o zaman sağ, Akşam namazını kılıyor. "Anne" dedim, "Müsaade edersen elini öpeceğim, hakkını helal eyle. Belki senden bir aya yakın uzakta kalacağım. Merak edecek bir şey de yoktur, endişe etme." Gelen polis de temiz bir arkadaş. Annem ona, "Nedir bu oğlumla uğraşıp duruyorsunuz" dedi.
Karakolda müteferrika denilen bir yer var, iki tarafta polisler dizilmiş. "Vay, bu çok gençmiş" dediler. Beni yaşlı bir insan bekliyorlar. 3. gün üzeri beni gece yarısı ifadeye aldılar. Dediler ki, "Giresun'dan falan şahıslar Akçaabat'a gelip, Allah dediler, Lailahe İllalhah dediler, zikir yaptılar. Doğru mu?" "Yok" dedim. Ben çok da inat bir adamım. Yeri geldi mi, ölüme de 'evet' derim. Biz dünyaya bir defa geldik. İstikametimizi korumaya mecburuz. Bu can gider ama istikamet gitmez. Sorgu amiri babayiğit bir delikanlı. O bana soruyor. Bu delikanlı beni rahat bırakıyor. Bir yandan soruyor, öte yandan da 'bana kızma' demeye getiriyor. Ben ise 'Öyle bir durum yok. Bunların tamamı iftiradır' dedim. "Hasan oğlu Haydar Baş, sen değil misin" diye sordular. Ben de dedim ki, "Evet ama buradaki Haydar Baş ben değilim." Kaderin cilvesine bakın ki, tezkerede 1957 doğumlu yazıyor, oysa ben 1947 doğumluyum. Ben de onlara şu mesajı verdim: "Bugüne kadar devletin aleyhinde hiçbir hareketim olmadı. Siz benim ibadetimi suç olarak gösteriyorsunuz." İdi Amin denilen siyasi şubeden sorumlu bir amir, bir saat sorgulamadan sonra 'gel' diyerek beni odasına aldı. Odada sol eli bir demire bağlı olarak ifade veren bir delikanlı vardı. Bana dedi ki, "Senin sorgunu bu delikanlı gibi yapmıyoruz. Seni serbest bırakıyoruz. Neden doğruyu konuşmuyorsun?" Öyle deyince, "Bana bak" dedim. "Senin ismini dahi bilmiyorum. Sen kim oluyorsun. Ben Rusya'da mıyım? Bana diyorsun ki, evinde oturup Kuran okudun mu, mevlit okudun mu, Allah dedin mi? Ben askerliğini yedek subay olarak yapmış birisiyim. Askerde ateş hattına girdiğinde süngünü tak, Allah Allah diyerek düşmana saldır, diye eğitildik. Orada serbest, burada yasak. Nereden çıktı bu?" Celallenmişim. Kalbi acayip mutmain oldu. Bir anda döndü. "Tamam" dedi, "Ne diyorsan, doğru" dedi. Diğer görevlilere, "Ne diyorsa, onu yazın" dedi. "Son olarak seni içerdeki arkadaşlarla yüzleştireceğiz. Şayet bunlar seni tanımıyorsa, seni bırakacağız" dedi. "İyi" dedim. Ben Müteferrika'ya indim. Adanalı Ahmet diye bir polis vardı. Allah onun geçmişlerine rahmet etsin. Ona dedim ki, "Bizim arkadaşlar öyle çetecilikten anlamazlar. Sen onlara de ki, yarın sizi Hocayla karşılaştıracaklar. Sakin Hocayı tanımayın." "Tamam, Hocam" dedi, "Sen hiç merak etme. Ben haber veririm" dedi. Ali Kocaman isminde arkadaşla beni yüzleştirdiler. İdi Amin denilen şube reisi soruyor: "Evine gidip Kuran okuduğunuz, zikrettiğiniz Haydar Baş bu adam mıdır?" O aşağıdan yukarı bana bakarak, "Yüzde 90 bu değil" dedi. Bir açık kapı bıraktı. Ben de dedim ki, "Ne zorluyorsun? Adam, kesinlikle tanımıyorum" diyor. "Ben sen olduğuna eminim" dedi. Neyse arabaya bindik, dedim ki, "Bak İdi Amin - ismini bilmediğim için böyle diyorum- Ben burada çürüyecek değilim. Hayat boyu benden çekeceksin. Benim inancımla uğraşanı affetmem. Ben laik, demokratik, hukuk devletine sonuna kadar bağlı, dindar bir adamım. Hiç kimse de buna mani olamaz. Devletime, milletime, Atatürk ilke ve inkılaplarına sonuna kadar bağlı bir insanım. Aç hayatımı, oku" dedim. Gene etkilendi ama inadından da vazgeçmiyor. Bizim kararımız gıyabi, bunu vicahiye çevirecekler. Beni Erdoğan isminde bir hakimin huzuruna çıkardılar. Tertemiz bir hakim. Bana sorular sordu, ben de dedim ki, "Ben böyle bir kişiyi tanımıyorum" dedim. "Ver bakalım kimliğini" dedi. "Doğru, bu adam bu değil" dedi. Hemen beni bıraktı. Bunlar inat, savcıyla anlaşmışlar. Bir karar daha çıkardılar, beni o gün içeri attılar. Ali Kocaman ile mazgal deliğinden konuşuyorum. Ona dedim ki, "Ben sana haber gönderiyorum, skin beni tanıma diye. Sen diyorsun ki, yüzde 90 bu değil. Bunun anlamı yüzde 10 tanıyorum, demektir." O da dedi ki, "Hocam günah değil mi?" "Allah senin canını almasın!" dedim?
Türkiye'de müthiş bir tiyatro oynanıyor. Bir Müslüman değil devletini karıncayı bile incitemez. Bunların hepsi iftira, yalan ve dolandır. Ve dava kapsamına alınıyor. O zaman Devlet Güvenlik Mahkemeleri Erzincan'da. Benim dosya oraya gidiyor. Dosya oraya gitmeden evvel, dönemin Giresun Barosu Başkanı, iyi bir hukukçu olan rahmetli Ahmet Ersöz'ü çağırdım, konuştuk. Dosyama baktıktan sonra konuşalım, dedim. Baktı, geldi. Dedi ki, "Bunda bir şey yok. Böyle suç mu olur? Neymiş, Kuran okudun, mevlit okudun, Allah dedin. Böyle suç olmaz" dedi. "Bak" dedim, "Benden para sızdırmak için yapıyorsan?" "Yok, tenzih ederim. Öyle şey mi olur Hocam. Hürmetim var size. Ben sizi tanıyorum. Hatta Trabzon'a geldiğimde sizden bana söz ederlerdi" dedi. "İyi" dedim, "Biz de tam adamına düşmüşüz." Aşırı solcu diye bilinen bir adam? "Bu dava Erzincan'a gidecek. Bu 6 ayda sürer, 7 ayda. Dosya gidip gelene kadar sen içeride kalacaksın." O zaman ekonomi de iyi değil. Kış günü. Bizim oranın soğuğu Doğu'nun soğuğa da benzemez. Adamın ruhuna işler. Anamı, çoluk çocuğu düşünüyorum. Hep bunlar kafamdan gelip geçiyor. Allah'a yalvardım. 6 ayda gidip gelecek dosya 17 günde geldi. Askeri savcılık, "Biz bunlara bakmıyoruz, ne yaparsanız yapın" dedi. Yetkisizlik kararı verdi. Giresun'da benim aleyhime eski TCK'nın 163. Maddesinden dava açıldı. İşte devletin adamı Haydar Hoca'ya açtıkları dava: "1982, 23 Esas no'su ve 982 / 400 karar no'su ile verilen kararda dava konusu suç, laikliğe aykırı olarak devletin temel nizamlarını kısmen de olsa dini esaslara uydurmak amacıyla cemiyet teşkil etmek, propaganda yapmak, sıkıyönetim emirlerine riayet etmeyerek gece sokağa çıkma yasağına muhalefet?"
Gerekçeli karar: "Benim de aralarında bulunduğum sanıkların TCK 163. Maddedeki suçu işlemedikleri dosya münderecatında ve bilirkişi raporlarına göre, bu suçu işlemediklerine kanaat getirilerek beraatlarına karar verilmiştir." Giresun Ağır Ceza Mahkemesi'nin bu kararının ardından ben Maliye Hazinesi aleyhine tazminat davası açtım. Türkiye'de ilk defa böyle bir davada tazminat kazanan Haydar Hoca olmuştur. Karar şöyledir: 466 sayılı yasaya göre, tutuklu Haydar Baş 13 bin 330 Lira maddi, 50 bin lira manevi tazminatın haksız olarak tutuklandığı için Hazine'den alınarak davacıya verilmesine karar verilmiştir. Ondan sonra açılan dava da lehimize sonuçlandı. Akabinde bu kapsamda açılan davalara da hukuk önünde cevap verdik. Alnımız o gün de açıktı, bugün de açıktır. Devletin hiçbir günahı yoktur, ordunun da hiçbir günahı yoktur. Bunlar kurum ve kuruluşlardır. Devleti ve milleti ayakta tutan irade, zihniyetine ve ideolojisine göre vatandaşa tavır takınıyor. Ben o gün de, bugün de aynı inançtayım: Devletin hiçbir günahı yok, bu devlet benim devletim. Ordunun hiçbir günahı yok, bu ordu benim ordum. Bunlar olmazsa, millet diye bir kurum olmaz. Yıllardan bu yana oynanan oyun ordu ile devleti devre dışı bırakıp, millet denilen bu köklü varlığı yok etmektir. İşte ben bunun savaşını verdim, veriyorum.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.