Prof. Dr. Haydar Baş'ın kalemindenDini ve Milli Bütünlüğümüze Yönelik Tehditler
Bir keresinde de Sömürgeler Bakanlığı'nda Britanya, Fransa ve Rusya temsilcileri ile bir konferans düzenlendi. Konferans üyeleri siyasi heyetler, din adamları ve ünlü şahsiyetlerden oluşmakta idi. Bakana yakınlığım dolayısıyla ben de bu konferansa katılmıştım. Konferansın konusu İslam ülkelerinin ne şekilde sömürülebileceği ve bu yolda karşılaşılan engellerdi.
Konferansa katılanlar Müslümanları birbirine düşürmenin, aralarında nifak ve tefrika icat etmenin yollarını araştırıyorlardı. Müslümanlar arasındaki sarsıntı söz konusu olunca üyelerden bazıları, İspanya'nın (Endülüs'ün) yüzyıllar sonra Hıristiyanlığın kucağına döndüğü gibi bazı İslam ülkelerinin de doğru yola erişeceklerine inanıyorlardı. Bu konferansta konuşulanları 'Mesih Âlemine Doğru' isimli kitabımda kaydetmiş bulunuyorum.
Doğudan batıya kadar, bütün yönlere kök salmış bir ağacı kurutmak tabiatıyla kolay değildir. Ama ne olursa olsun bütün bu zorluklara katlanmalıyız. Zira Hıristiyanlık ancak bütün dünyaya yayıldığı zaman muzaffer olacaktır. İsa, sâdık takipçilerine bu müjdeyi vermiştir. Muhammed'in (hâşâ) zaferler elde etmesi yaşadığı tarihte ve dönemin sosyal şartlarından kaynaklanmıştır. Doğu ve batıda, İran ve Roma İmparatorluğu'nun çöküşü Muhammed'in kısa bir zamanda zafer kazanmasına yol açmıştı. Müslümanlar, bu nedenle o büyük imparatorlukları yenebilmişlerdir. Şimdiki tarihî şartlar o zamanın tam tersi bir durum arz ediyor. İslam ülkeleri süratle düşüşe doğru ilerlemekte, Hıristiyan ülkeler de gelişme ve medeniyete doğru ilerlemekteler. Hıristiyanların Müslümanlardan intikam alma zamanı gelmiştir. Kaybettiklerini geri almalıdırlar. İşte zamanın güçlü Hıristiyan ülkesi de Büyük Britanya'dır. Bütün dünyaya gücünü göstermektedir ve İslam ülkeleri ile savaşta önderlik yapma azmindedir".
AJAN HUMPHER HİLAFET
MERKEZİ İSTANBUL'DA
"Sömürgeler Bakanlığı beni Mısır, Irak, İran, Hicaz ve Osmanlı halifelik merkezi İstanbul'a casusluk yapmak ve gizli bilgiler toplamak üzere görevli olarak gönderdi. Benim görevim, Müslümanları birbirine düşürmek ve sömürüyü İslam ülkelerine sokabilme yollarını aramak için yeterli bilgileri toplamak idi. Bu görevi üstlendiğim sıralarda İslam topraklarında, Sömürgeler Bakanlığı'nca bu işle görevlendirilmiş 9 kişi daha görev yapmaktaydı. Hepsi İngiltere'nin bu bölgelerdeki çıkarlarını korumak ve sömürge ülkelerde İngiltere'nin konumunu güçlendirmek için çalışıyorlardı. Ellerinde gerektiği kadar para bulunuyordu ve önemli gizli işler de bunlara havale edilmişti. Kendilerine bakanların, valilerin, yüksek rütbeli memurların, âlimlerin ve kabile reislerinin isimlerini içeren listeler verilmişti. Beni uğurlarken Sömürgeler Bakan Yardımcısı hiçbir zaman unutmayacağım bir şey söyledi: 'Sizin başarınız ülkemizin gelecekteki alın yazısını belirleyecektir. O halde elinizden geldiği, gücünüzün yettiği kadar başarılı olmaya çalışın'.
ÖNCE DİL E?İTİMİ
Ben verilen bu görevden çok memnun olarak, içim sevinç dolu, gemiyle Müslümanların hilafet merkezi İstanbul'a doğru yola çıktım. Görevim ikiye ayrılıyordu. Her şeyden önce Türkçe öğrenmeliydim. Çünkü o zamanlar görev yapacağım bölgelerin resmî dili Türkçe idi. Türkçe öğrendikten sonra Arapça, Kur'an, Tefsir ve daha sonra da Farsça öğrenmeliydim. Ancak bir dili öğrenmekle, edebî gramerini öğrenmek ve o dili çok güzel konuşmak arasında fark vardır. Ben, o yöre halkının bir ferdi imiş gibi dili çok güzel öğrenmeliydim. Bir dili öğrenmek iki veya üç yıl alır. Ama onu tam anlamıyla kavramak yıllarca sürer ve ben bu yabancı dilleri en ufak ayrıntılarına kadar öğrenmek zorundaydım. Hiç kimse Türk, Arap ve Fars olduğum konusunda kuşku duymamalıydı. Bütün bunlara rağmen başarısız olacağım diye üzülmüyor ve endişe duymuyordum. Zira Müslümanları iyi tanıyordum. Onlar Kur'an ve Peygamberden aldıkları emirle eli açık, misafire karşı saygılı, sevgili ve iyimser insanlardır. Hıristiyanlar gibi kötümser değillerdir. Diğer taraftan Osmanlı İmparatorluğu, İslam topraklarında faaliyet gösteren İngiliz casuslarını keşfedemeyecek kadar zayıftı. İmparator ve etrafındakiler çok güçsüzdü ve sürekli sarsıntı geçirmekteydiler.
SEÇTİ?İ İSİM MUHAMMED
Birkaç ay süren yorucu yolculuktan sonra nihayet Osmanlı Hilafet merkezine varmıştım. Gemiden inmeden önce isim olarak kendime 'Muhammed' ismini seçmiştim. Şehre girer girmez, şehrin merkez camiine gittim. Orada Müslümanların düzen ve temizliğinden son derece hoşnut olmuştum. Kendi kendime neden biz bu temiz insanları incitmeğe çalışıyoruz? Neden huzur ve güveni sarsmaya çalışıyoruz? Acaba bu tür pis işleri Mesih (Hz. İsa) caiz kılmış mıdır? Ama, derhal bu şeytan vesvesesinden irkildim, bâtıl düşüncelerimden dolayı istiğfar (bağışlanma dileğinde bulunma) ettim. Büyük Britanya Sömürgeler Bakanlığı'nın memuru olduğumu hatırladım. Görevimi tam anlamıyla îfâ etmeliydim. Şehre gelişimin ilk günlerinde yaşlı bir Ehl-i Sünnet âlimiyle tanıştım. İsmi Ahmet Efendi idi. Ağırbaşlı, saygıdeğer ve iyi huylu bir âlimdi. Kendi rahiplerimiz arasında böyle saygıdeğer bir adam görmemiştim. O, gece gündüz ibadet ediyor, ağırbaşlılık ve saygıdeğerlilikte Hz. Muhammed'e benziyordu. Allah'ın Resulü'nü insaniyetin noksansız bir örneği olarak gören Ahmet Efendi, O'nun sünnetini kendine yol olarak seçmişti. Muhammed'in ismi geçtiğinde gözleri yaşarırdı.
Şeyh ile görüşmemde ona duyduğum yakınlığın bir nedeni de, benim hakkımda ve ailem hakkında hiçbir şey sormamasıydı. Bana Muhammed Efendi diye seslenirdi. Ne sorsam olgunlukla cevap verir ve bana saygı duyardı. Özellikle başka bir bölgeden geldiğimi ve Peygamber sancağını taşıyan Osmanlı İmparatorluğu'na hizmet etmek istediğimi söyleyince daha iyi davranıyordu. Şeyhe İstanbul'da oturma sebebimi böyle bir yalan söyleyerek açıklamıştım.
Ayrıca şeyhe ana-babamı kaybettiğimi, başka kardeşimin de bulunmadığını söyledim. Ama, anam-babam bana miras bırakmamışlardı. Kur'an okumak, Türkçe ve Arapça öğrenmek için İslam'ın merkezi İstanbul'a gelmiş bulunuyorum, dedim. Gerekli manevî ve dinî sermayeyi biriktirdikten sonra işime döneceğimi de belirttim. Şeyh Ahmet beni kutlayarak bazı açıklamalarda bulundu ki, not aldıklarımı olduğu gibi naklediyorum: "Ey genç, sana saygı göstermek ve seni ağırlamak birkaç nedenle bana vaciptir:
1. Sen Müslümansın ve bütün Müslümanlar kardeştirler.
2. Sen şehrimizde misafirsin ve Peygamberimiz misafiri ağırlayın buyurmuştur.
3. Sen ilim okuyorsun, İslam ise öğrencilere saygı duyulmasını tavsiye etmiştir.
4. Sen çalışarak helal rızık kazanmak istiyorsun. Hadis-i Şerifte "çalışanları Allah sever" buyurulmuştur".
HAYRANLIK İTİRAFI
Ajan Humpher her şeye rağmen İslam dinine ve bu yüce dinin yetiştirdiği örnek insan modeline duyduğu hayranlığı da itiraf etmektedir:
"Şeyhin yüce şahsiyeti beni ilk andan itibaren kendine hayran kılmıştı. İçimden, bu açık gerçekler keşke Hıristiyanlık dininde de olsaydı diye söylendim. Ama diğer taraftan İslam dininin o yüceliği ve açık görüşlülüğüne rağmen inişe geçtiğini görüyordum. Hükümdarların zalimliği ve liyakatsizliği, din "alimlerinin kuru taassubu ve dünyadaki gelişmelerden habersiz olmaları Müslümanları böyle bir karanlığa itmişti. Şeyhe dedim ki, 'Eğer izin verirseniz Kur'an ve Arapça'yı sizin yanınızda öğrenmek istiyorum'.
Şeyh beni teşvik ederek önerimi kabul etti. İlk olarak 'Hamd' suresini öğretti. Ayetlerini samimi bir yaklaşımla tefsir etti. Arapça kelimeleri telaffuz ederken çok zorlanıyordum. O, bu kelimeleri öğrenmem için defalarca tekrarlamam gerektiğini söylüyordu.
Bir keresinde de Sömürgeler Bakanlığı'nda Britanya, Fransa ve Rusya temsilcileri ile bir konferans düzenlendi. Konferans üyeleri siyasi heyetler, din adamları ve ünlü şahsiyetlerden oluşmakta idi. Bakana yakınlığım dolayısıyla ben de bu konferansa katılmıştım. Konferansın konusu İslam ülkelerinin ne şekilde sömürülebileceği ve bu yolda karşılaşılan engellerdi.
Konferansa katılanlar Müslümanları birbirine düşürmenin, aralarında nifak ve tefrika icat etmenin yollarını araştırıyorlardı. Müslümanlar arasındaki sarsıntı söz konusu olunca üyelerden bazıları, İspanya'nın (Endülüs'ün) yüzyıllar sonra Hıristiyanlığın kucağına döndüğü gibi bazı İslam ülkelerinin de doğru yola erişeceklerine inanıyorlardı. Bu konferansta konuşulanları 'Mesih Âlemine Doğru' isimli kitabımda kaydetmiş bulunuyorum.
Doğudan batıya kadar, bütün yönlere kök salmış bir ağacı kurutmak tabiatıyla kolay değildir. Ama ne olursa olsun bütün bu zorluklara katlanmalıyız. Zira Hıristiyanlık ancak bütün dünyaya yayıldığı zaman muzaffer olacaktır. İsa, sâdık takipçilerine bu müjdeyi vermiştir. Muhammed'in (hâşâ) zaferler elde etmesi yaşadığı tarihte ve dönemin sosyal şartlarından kaynaklanmıştır. Doğu ve batıda, İran ve Roma İmparatorluğu'nun çöküşü Muhammed'in kısa bir zamanda zafer kazanmasına yol açmıştı. Müslümanlar, bu nedenle o büyük imparatorlukları yenebilmişlerdir. Şimdiki tarihî şartlar o zamanın tam tersi bir durum arz ediyor. İslam ülkeleri süratle düşüşe doğru ilerlemekte, Hıristiyan ülkeler de gelişme ve medeniyete doğru ilerlemekteler. Hıristiyanların Müslümanlardan intikam alma zamanı gelmiştir. Kaybettiklerini geri almalıdırlar. İşte zamanın güçlü Hıristiyan ülkesi de Büyük Britanya'dır. Bütün dünyaya gücünü göstermektedir ve İslam ülkeleri ile savaşta önderlik yapma azmindedir".
AJAN HUMPHER HİLAFET
MERKEZİ İSTANBUL'DA
"Sömürgeler Bakanlığı beni Mısır, Irak, İran, Hicaz ve Osmanlı halifelik merkezi İstanbul'a casusluk yapmak ve gizli bilgiler toplamak üzere görevli olarak gönderdi. Benim görevim, Müslümanları birbirine düşürmek ve sömürüyü İslam ülkelerine sokabilme yollarını aramak için yeterli bilgileri toplamak idi. Bu görevi üstlendiğim sıralarda İslam topraklarında, Sömürgeler Bakanlığı'nca bu işle görevlendirilmiş 9 kişi daha görev yapmaktaydı. Hepsi İngiltere'nin bu bölgelerdeki çıkarlarını korumak ve sömürge ülkelerde İngiltere'nin konumunu güçlendirmek için çalışıyorlardı. Ellerinde gerektiği kadar para bulunuyordu ve önemli gizli işler de bunlara havale edilmişti. Kendilerine bakanların, valilerin, yüksek rütbeli memurların, âlimlerin ve kabile reislerinin isimlerini içeren listeler verilmişti. Beni uğurlarken Sömürgeler Bakan Yardımcısı hiçbir zaman unutmayacağım bir şey söyledi: 'Sizin başarınız ülkemizin gelecekteki alın yazısını belirleyecektir. O halde elinizden geldiği, gücünüzün yettiği kadar başarılı olmaya çalışın'.
ÖNCE DİL E?İTİMİ
Ben verilen bu görevden çok memnun olarak, içim sevinç dolu, gemiyle Müslümanların hilafet merkezi İstanbul'a doğru yola çıktım. Görevim ikiye ayrılıyordu. Her şeyden önce Türkçe öğrenmeliydim. Çünkü o zamanlar görev yapacağım bölgelerin resmî dili Türkçe idi. Türkçe öğrendikten sonra Arapça, Kur'an, Tefsir ve daha sonra da Farsça öğrenmeliydim. Ancak bir dili öğrenmekle, edebî gramerini öğrenmek ve o dili çok güzel konuşmak arasında fark vardır. Ben, o yöre halkının bir ferdi imiş gibi dili çok güzel öğrenmeliydim. Bir dili öğrenmek iki veya üç yıl alır. Ama onu tam anlamıyla kavramak yıllarca sürer ve ben bu yabancı dilleri en ufak ayrıntılarına kadar öğrenmek zorundaydım. Hiç kimse Türk, Arap ve Fars olduğum konusunda kuşku duymamalıydı. Bütün bunlara rağmen başarısız olacağım diye üzülmüyor ve endişe duymuyordum. Zira Müslümanları iyi tanıyordum. Onlar Kur'an ve Peygamberden aldıkları emirle eli açık, misafire karşı saygılı, sevgili ve iyimser insanlardır. Hıristiyanlar gibi kötümser değillerdir. Diğer taraftan Osmanlı İmparatorluğu, İslam topraklarında faaliyet gösteren İngiliz casuslarını keşfedemeyecek kadar zayıftı. İmparator ve etrafındakiler çok güçsüzdü ve sürekli sarsıntı geçirmekteydiler.
SEÇTİ?İ İSİM MUHAMMED
Birkaç ay süren yorucu yolculuktan sonra nihayet Osmanlı Hilafet merkezine varmıştım. Gemiden inmeden önce isim olarak kendime 'Muhammed' ismini seçmiştim. Şehre girer girmez, şehrin merkez camiine gittim. Orada Müslümanların düzen ve temizliğinden son derece hoşnut olmuştum. Kendi kendime neden biz bu temiz insanları incitmeğe çalışıyoruz? Neden huzur ve güveni sarsmaya çalışıyoruz? Acaba bu tür pis işleri Mesih (Hz. İsa) caiz kılmış mıdır? Ama, derhal bu şeytan vesvesesinden irkildim, bâtıl düşüncelerimden dolayı istiğfar (bağışlanma dileğinde bulunma) ettim. Büyük Britanya Sömürgeler Bakanlığı'nın memuru olduğumu hatırladım. Görevimi tam anlamıyla îfâ etmeliydim. Şehre gelişimin ilk günlerinde yaşlı bir Ehl-i Sünnet âlimiyle tanıştım. İsmi Ahmet Efendi idi. Ağırbaşlı, saygıdeğer ve iyi huylu bir âlimdi. Kendi rahiplerimiz arasında böyle saygıdeğer bir adam görmemiştim. O, gece gündüz ibadet ediyor, ağırbaşlılık ve saygıdeğerlilikte Hz. Muhammed'e benziyordu. Allah'ın Resulü'nü insaniyetin noksansız bir örneği olarak gören Ahmet Efendi, O'nun sünnetini kendine yol olarak seçmişti. Muhammed'in ismi geçtiğinde gözleri yaşarırdı.
Şeyh ile görüşmemde ona duyduğum yakınlığın bir nedeni de, benim hakkımda ve ailem hakkında hiçbir şey sormamasıydı. Bana Muhammed Efendi diye seslenirdi. Ne sorsam olgunlukla cevap verir ve bana saygı duyardı. Özellikle başka bir bölgeden geldiğimi ve Peygamber sancağını taşıyan Osmanlı İmparatorluğu'na hizmet etmek istediğimi söyleyince daha iyi davranıyordu. Şeyhe İstanbul'da oturma sebebimi böyle bir yalan söyleyerek açıklamıştım.
Ayrıca şeyhe ana-babamı kaybettiğimi, başka kardeşimin de bulunmadığını söyledim. Ama, anam-babam bana miras bırakmamışlardı. Kur'an okumak, Türkçe ve Arapça öğrenmek için İslam'ın merkezi İstanbul'a gelmiş bulunuyorum, dedim. Gerekli manevî ve dinî sermayeyi biriktirdikten sonra işime döneceğimi de belirttim. Şeyh Ahmet beni kutlayarak bazı açıklamalarda bulundu ki, not aldıklarımı olduğu gibi naklediyorum: "Ey genç, sana saygı göstermek ve seni ağırlamak birkaç nedenle bana vaciptir:
1. Sen Müslümansın ve bütün Müslümanlar kardeştirler.
2. Sen şehrimizde misafirsin ve Peygamberimiz misafiri ağırlayın buyurmuştur.
3. Sen ilim okuyorsun, İslam ise öğrencilere saygı duyulmasını tavsiye etmiştir.
4. Sen çalışarak helal rızık kazanmak istiyorsun. Hadis-i Şerifte "çalışanları Allah sever" buyurulmuştur".
HAYRANLIK İTİRAFI
Ajan Humpher her şeye rağmen İslam dinine ve bu yüce dinin yetiştirdiği örnek insan modeline duyduğu hayranlığı da itiraf etmektedir:
"Şeyhin yüce şahsiyeti beni ilk andan itibaren kendine hayran kılmıştı. İçimden, bu açık gerçekler keşke Hıristiyanlık dininde de olsaydı diye söylendim. Ama diğer taraftan İslam dininin o yüceliği ve açık görüşlülüğüne rağmen inişe geçtiğini görüyordum. Hükümdarların zalimliği ve liyakatsizliği, din "alimlerinin kuru taassubu ve dünyadaki gelişmelerden habersiz olmaları Müslümanları böyle bir karanlığa itmişti. Şeyhe dedim ki, 'Eğer izin verirseniz Kur'an ve Arapça'yı sizin yanınızda öğrenmek istiyorum'.
Şeyh beni teşvik ederek önerimi kabul etti. İlk olarak 'Hamd' suresini öğretti. Ayetlerini samimi bir yaklaşımla tefsir etti. Arapça kelimeleri telaffuz ederken çok zorlanıyordum. O, bu kelimeleri öğrenmem için defalarca tekrarlamam gerektiğini söylüyordu.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.