Üçüncü bir esas ise şudur ki, Allah'tan gayri, maddî olsun, manevî olsun bütün mevcudat mahluktur yani yaratılmıştır. Ve meydana gelmeleri Cenab-ı Hak tarafından bir takım sebeplere bağlanmıştır. Bu sebeplere sarılmak Allah'ı inkar değildir. Ancak yaratılmışa Halik nazarı ile bakmak küfürdür. Bütün bu tespitlerden sonra, Allah'ın adını zikretmeden fakat varlığını da inkar etmeden "Dünyayı aydınlatan güneştir, yağmuru yağdıran buluttur, nebatatı yeşerten sudur, insanı ihtiyarlatan zamandır" gibi ifadeler kullanılması küfrü gerektirir mi? Elbette hayır. Zira bu hususlar hep sünnetullahtır (Allah'ın değişmez kanunu). Dünyayı aydınlatmada güneşi yaratan Allah'tır. Yağmur için bulutu yaratan Allah'tır. Bütün bu fiilde fail-i hakiki Allah'tır. Ancak sebepler cihetinden vesile olanlar zikredilmiş, Allah-ü Teala zımnen ifade edilmiştir. Ancak mümin, sebeplerin yaratıcısının da Allah (cc) olduğunu bilir. Bu bilgi müminin kalbinde daima bir tasdik halinde mevcuttur. Bu yüzden sebepleri zikrettiğinde Allah'ı anmış gibidir. Bu hakikati bir misalle ifade edelim. Bir şahıs bir başka şahısa "bana şunu ver" diyerek bir şey istese, bu talep küfür olmaz. Adet odur ki "Rabb'im bana şunu ver" diye ihtiyacını Rabb'inden istemez de sebeplere sarıldıktan sonra verenin Allah olduğunu bilir. Sebeplere sarılmak o kadar önemlidir ki, sebeplere tevessül etmeden kulun " tevekkül" etmesi yanlıştır.
Bütün bunlardan çıkan netice şudur: Kainatta fail-i hakiki yalnız Cenab-ı Hak olmasına rağmen sebepler silsilesini (sünnetullahı) zikretmek küfür olmaz. Maddî sahada durum böyleyken, manevî sahada da durum aynıdır.
Adetullah'a sarılmak
Maddî mahlukların tâbi olduğu kurallarla, manevî varlıkların tâbi olduğu kurallar esas itibariyle aynıdır. Nasıl ki, bir eve kapıdan giriliyorsa, herhangi bir konuda da istenilen neticeye varmak için âdetullah denilen sebepler ve hikmetler silsilesine sarılmak şarttır. İstenilen netice, onu doğuran sebep ve şartlara uymakla gerçekleşir.
Manevî mevcudatın varlığında da yine sebepler silsilesi vardır. Bu sebepleri zikretmek veya kulun o sebeplere sarılması yaratıcıyı inkar etmek değil, bilakis sünnetullaha uymaktır. Bu hakikat "Ey inananlar, Allah'tan korkun, O'na (yaklaşmaya) vesile arayın" emri ile sabittir. Bu emri yerine getirmek ibadettir.
Nitekim cehennemde azap, cennette nimet vardır. Aslında azap da, nimet de Allah'tandır. Ama cennet nimete, cehennem de azaba vesiledir.
Aynı şekilde kulların hayır ve şerrini tesbit eden Allah'tır bu işe de Cenab-ı Hak "Kiramen Katibin"i vesile kılmıştır.
"Kulların üstünde galip O'dur ve üzerinize amellerinizi yazan hafeze melekleri gönderir"
Ayrıca insanı koruyan Allah olduğu halde buna da melekleri vesile kılmıştır. "Her insan içi önünden ve arkasından takip eden melekler vardır. Onu Allah'ın emriyle korurlar" Keza Allah (cc) Bedir'de peygamber ordusuna melekleri vasıtasıyla yardım etmiştir. Bu hususta Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "O vakit Rabb'inizden yardım ve zafer istiyordunuz da o size "Gerçekten Ben arka arkaya bin melaike ile imdat ediyorum" diye duanızı kabul buyurmuştu" "Allah size bu meleklere yardımı sırf bir müjde olsun ve bununla kalpleriniz korkudan yatışsın diye yapmıştı. Yoksa zafer ancak Allah'ın katındandır"
Bütün bunlardan çıkardığımız netice şudur: Cenab-ı Hak, maddî ve manevî bütün işleri sebeplerle yaratırken, acaba kullarının hidayetinde ve maddî ve manevi vesileler (sebepler) koymuş mudur? Şüphesiz ki evet. Hidayet muhakkak Allah'tandır. Ancak resuller, nebiler ve veliler bu hidayete vesiledirler. Aksi takdirde Cenab-ı Hakk'ın peygamberleri göndermesine lüzum olmazdı. Bu noktada Batı kökenli bir ifade olan "Allah ile kul arasına kimse giremez" itikadına dikkat çekmek yerinde olur. Bu söz esasen kilisenin yoğun baskısına karşı isyan eden Batı insanına ait ifadedir. Şöyle ki, cennetin anahtarlarını ellerinde tuttuklarını iddia eden, tek bir sözle insanları dinden çıkarma hakkına sahip kilise çevrelerine karşı çıkan Protestanlık mezhebinin kurucusu Martin Luther, ruhban sınıfına karşı "Tanrı ile kul arasına girmeyin" sözüyle yola çıkmıştır.
Bütün bunlardan çıkan netice şudur: Kainatta fail-i hakiki yalnız Cenab-ı Hak olmasına rağmen sebepler silsilesini (sünnetullahı) zikretmek küfür olmaz. Maddî sahada durum böyleyken, manevî sahada da durum aynıdır.
Adetullah'a sarılmak
Maddî mahlukların tâbi olduğu kurallarla, manevî varlıkların tâbi olduğu kurallar esas itibariyle aynıdır. Nasıl ki, bir eve kapıdan giriliyorsa, herhangi bir konuda da istenilen neticeye varmak için âdetullah denilen sebepler ve hikmetler silsilesine sarılmak şarttır. İstenilen netice, onu doğuran sebep ve şartlara uymakla gerçekleşir.
Manevî mevcudatın varlığında da yine sebepler silsilesi vardır. Bu sebepleri zikretmek veya kulun o sebeplere sarılması yaratıcıyı inkar etmek değil, bilakis sünnetullaha uymaktır. Bu hakikat "Ey inananlar, Allah'tan korkun, O'na (yaklaşmaya) vesile arayın" emri ile sabittir. Bu emri yerine getirmek ibadettir.
Nitekim cehennemde azap, cennette nimet vardır. Aslında azap da, nimet de Allah'tandır. Ama cennet nimete, cehennem de azaba vesiledir.
Aynı şekilde kulların hayır ve şerrini tesbit eden Allah'tır bu işe de Cenab-ı Hak "Kiramen Katibin"i vesile kılmıştır.
"Kulların üstünde galip O'dur ve üzerinize amellerinizi yazan hafeze melekleri gönderir"
Ayrıca insanı koruyan Allah olduğu halde buna da melekleri vesile kılmıştır. "Her insan içi önünden ve arkasından takip eden melekler vardır. Onu Allah'ın emriyle korurlar" Keza Allah (cc) Bedir'de peygamber ordusuna melekleri vasıtasıyla yardım etmiştir. Bu hususta Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "O vakit Rabb'inizden yardım ve zafer istiyordunuz da o size "Gerçekten Ben arka arkaya bin melaike ile imdat ediyorum" diye duanızı kabul buyurmuştu" "Allah size bu meleklere yardımı sırf bir müjde olsun ve bununla kalpleriniz korkudan yatışsın diye yapmıştı. Yoksa zafer ancak Allah'ın katındandır"
Bütün bunlardan çıkardığımız netice şudur: Cenab-ı Hak, maddî ve manevî bütün işleri sebeplerle yaratırken, acaba kullarının hidayetinde ve maddî ve manevi vesileler (sebepler) koymuş mudur? Şüphesiz ki evet. Hidayet muhakkak Allah'tandır. Ancak resuller, nebiler ve veliler bu hidayete vesiledirler. Aksi takdirde Cenab-ı Hakk'ın peygamberleri göndermesine lüzum olmazdı. Bu noktada Batı kökenli bir ifade olan "Allah ile kul arasına kimse giremez" itikadına dikkat çekmek yerinde olur. Bu söz esasen kilisenin yoğun baskısına karşı isyan eden Batı insanına ait ifadedir. Şöyle ki, cennetin anahtarlarını ellerinde tuttuklarını iddia eden, tek bir sözle insanları dinden çıkarma hakkına sahip kilise çevrelerine karşı çıkan Protestanlık mezhebinin kurucusu Martin Luther, ruhban sınıfına karşı "Tanrı ile kul arasına girmeyin" sözüyle yola çıkmıştır.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.