Prof. Dr. Haydar Baş'ın kaleminden RAHMETEN-LİL ALEMİN
İslâm'da harp, Hakk'ın tebliği önündeki engelleri kaldırmaya yönelik bir savunma mantığı ile vukubulur. İslâm'ın doğuşunda Hakk'ın karşısına dikilen 4 çeşit düşman vardı. Bunlar; müşrikler, Yahudiler, münafıklar ve Hıristiyanlardı. Mûte Savaşı, Müslümanların Hıristiyan Romalılarla (Bizanslılar) ilk fiilî savaşı sayılır. Bundan evvel Hristiyan Romalılarla Müslümanların münasebeti, elçiler ve mektuplar vasıtasıyla olmuştur. Zaten Mûte Savaşı'nın çıkış sebebi, Resûlullah'ın elçisi olan Umeyr oğlu Haris'in Hıristiyanlarca öldürülmesiydi.
Elçinin öldürülmesi, âdî bir vaka olmayıp İslâm'a açıkça bir taarruzdu. İslâm'a karşı açık ve alçakça icra edilen bu taarruz affedilemezdi. Zira davaya olan açık saldırıda, Allah'ın ve bütün Müslümanların hukuku çiğnenmekte idi. Bu sebeple, bu saldırı cevapsız kalmamalıydı.
Resûlullah'ın elçisinin öldürülmesi; kâfirlerin ve küfür mantığının hiçbir ölçü ve esasa dayanmadığını, beşerî hukuku bile hiçe saydığını, insan hak ve hürriyetlerini tanımadığını, taassup ve peşin fikirle her türlü ihaneti, hile ve desiseyi meşru kabul ettiğini göstermektedir.
Mûte Savaşı'nda hazırlanan birliğin komutanlığına Harise oğlu Zeyd'in ve onun şehid olması durumunda Hz. Cafer ve Abdullah b. Revaha'nın ard arda tayin edilmesi pekçok hikmetleri ihtiva eder:
a. Harise oğlu Zeyd azad edilmiş bir köledir. Onun ordu komutanı olması, Araplardaki neseb ve asalet taassubunu yıkmaktadır. Hak nazarında mühim olan, yeterli temsil ve kemal vasfının bulunmasıdır. Hz. Zeyd'in azad edilmiş köle olması buna mani değildir. Öte yandan, Hz. Zeyd'in ordu komutanlığına tayini, insanlara bakışta ve insanlar arası eşitlikte İslâm'ın ulvî mesajını sunmaktadır.
b. Resûlullah'ın ard arda komutanları tayin etmesi, O'nun, savaşın nasıl gelişeceğini önceden haber veren bir mu'cizesidir. Nitekim savaşın seyri sırasında, savaşın cereyan tarzını ve komutanların ard arda nasıl şehid olduklarını Resûlullah (sav) Medine'de ashabına tek tek anlatmıştır. Aradaki uzak mesafeye rağmen, bir televizyon ekranında seyreder gibi olayın haber verilmesi, aynı zamanda 'kalp gözü' ile görme olayıdır. Kalp gözüne 'basiret gözü' de denir. Bu göz, peygamberlerde olduğu gibi Peygamber varisi olan kâmil insanlarda da mevcuttur. Yeter ki, insan, basiret gözünün görmesini sağlayacak 'hâl ve amel'i elde edebilsin; Hakk'ın rızasına yönelerek O'nun dostluğunu kazanabilsin.
c. Ard arda komutan tayini, şartlı tayinin meşrû olduğunu gösterir.
d. Komutanların ve askerlerin, Resûlullah'ın tavsiyesi istikametinde, meseleyi saptırmadan ve bütün rizikoları göze alarak birbirlerine itaat etmeleri, Hak yolunda hizmette itaatin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Öyle ki; itaatte tek hedef, Allah rızası olacak, işin içinde başka hesaplar bulunmayacak ve herhangi bir konuda tevil yoluna sapılmayacaktır. Zaten hak yolundaki zaferlerin teminatı, işte bu şartsız kesin itaattir.
e. Abdullah b. Revaha'nın şehadetinden sonra ordu komutanı seçiminin halkın re'yine bırakılması, İslâm'da Hakk'a ve imama itaatın yanında re'y beyan etmenin önemini de ortaya koyar.
Mûte Savaşı'nın en önemli hikmetlerinden biri de, iki tarafın kuvvetleri arasındaki dengesizlikten anlaşılır. Yaklaşık 3 bin kişilik İslâm ordusu karşısında 100 bin kişilik (diğer bir rivayete göre 200 bin kişilik) bir Bizans gücüne galip gelinmiştir.
a. Bizans ordusu paniğe kapılmış, dengeyi kaybetmiş ve karışıklığa sürüklenmişti. Psikolojik olarak çökmüştü. Soğuk harp açısından Müslümanlar öyle bir zafer kazanmışlardı ki, Bizans ordusu, toparlanıp hücum edecek gücü kendisinde bulamamıştı.
b. Burada insan, Resûlullah'ın tayin ettiği üç komutanın muvaffak olması lazım geldiğini düşünebilir. Esasen muvaffak da olmuşlardır. İslâm'da muvaffakiyetin tek şartı Allah yolunda olmaktır. Mühim olan, bu yolda emre uymaktır. Emre uyulmuş, istenen itaat gerçekleşmiştir. Gerisi kader-i ilahînin cilvesidir. Mühim olan Allah'ın hesabıdır ve mü'minin bu hesaba rıza göstermesidir.
Mûte Savaşı'ndaki başarı Allah'ın iman sahiplerine olan lütfunun önemli bir belgesidir. Cenâb-ı Hakk'ın, samimiyetle inanıp hak yolda mücadele eden kullarına yardım ve lütufları vardır. Bedir'de, Uhud'da ve Hendek'te ve diğer harplerde bu ilahî yardımlara şahit olunmuştur. Hak yolda ihlâsla mücadele eden kullar, hangi devirlerde olurlarsa olsunlar, bu ilahî yardımlara muhakkak muhatap olacaklardır. Bu bir sünnetullahtır ve Allah'ın vaadidir. Mûte'de, işte bu ilahî yardım galip geldi; kâfirlerin, Müslümanları bir anda çember içine alıp yok etmeleri çok kolay iken, Allah bunu onlara yaptırmadı. Çünkü mücahidler sayılara, güç dengelerine değil, Allah'ın kendilerine olan vaadine ve cennet müjdesine güvenerek sarsılmaz bir imanla çarpışıyorlardı. Bu gerçeği, Abdullah b. Revaha'nın şu sözüyle te'yit edelim: "Savaşan, 'güç'ler değildir. Müslüman, sadece Allah'ın lutfettiği mübarek bir dinin verdiği şevkle savaşır". Abdullah b. Revaha, bu sözü, Hıristiyan güçlerin sayıca çokluğunu gördükleri zaman bir istişare sırasında söylemişti. Burada, Müslümanın, hayatî tehlikeye bile girse, aldığı emri yerine getirmekteki kararlılığını görüyoruz. Ve diğer insanların komutanlarına itaattaki samimiyet ve teslimiyetini görüyoruz. Gerçekten Mûte Savaşı, zahirî ölçülere göre bir intihar anlamına geliyordu.
İslâm'da harp, Hakk'ın tebliği önündeki engelleri kaldırmaya yönelik bir savunma mantığı ile vukubulur. İslâm'ın doğuşunda Hakk'ın karşısına dikilen 4 çeşit düşman vardı. Bunlar; müşrikler, Yahudiler, münafıklar ve Hıristiyanlardı. Mûte Savaşı, Müslümanların Hıristiyan Romalılarla (Bizanslılar) ilk fiilî savaşı sayılır. Bundan evvel Hristiyan Romalılarla Müslümanların münasebeti, elçiler ve mektuplar vasıtasıyla olmuştur. Zaten Mûte Savaşı'nın çıkış sebebi, Resûlullah'ın elçisi olan Umeyr oğlu Haris'in Hıristiyanlarca öldürülmesiydi.
Elçinin öldürülmesi, âdî bir vaka olmayıp İslâm'a açıkça bir taarruzdu. İslâm'a karşı açık ve alçakça icra edilen bu taarruz affedilemezdi. Zira davaya olan açık saldırıda, Allah'ın ve bütün Müslümanların hukuku çiğnenmekte idi. Bu sebeple, bu saldırı cevapsız kalmamalıydı.
Resûlullah'ın elçisinin öldürülmesi; kâfirlerin ve küfür mantığının hiçbir ölçü ve esasa dayanmadığını, beşerî hukuku bile hiçe saydığını, insan hak ve hürriyetlerini tanımadığını, taassup ve peşin fikirle her türlü ihaneti, hile ve desiseyi meşru kabul ettiğini göstermektedir.
Mûte Savaşı'nda hazırlanan birliğin komutanlığına Harise oğlu Zeyd'in ve onun şehid olması durumunda Hz. Cafer ve Abdullah b. Revaha'nın ard arda tayin edilmesi pekçok hikmetleri ihtiva eder:
a. Harise oğlu Zeyd azad edilmiş bir köledir. Onun ordu komutanı olması, Araplardaki neseb ve asalet taassubunu yıkmaktadır. Hak nazarında mühim olan, yeterli temsil ve kemal vasfının bulunmasıdır. Hz. Zeyd'in azad edilmiş köle olması buna mani değildir. Öte yandan, Hz. Zeyd'in ordu komutanlığına tayini, insanlara bakışta ve insanlar arası eşitlikte İslâm'ın ulvî mesajını sunmaktadır.
b. Resûlullah'ın ard arda komutanları tayin etmesi, O'nun, savaşın nasıl gelişeceğini önceden haber veren bir mu'cizesidir. Nitekim savaşın seyri sırasında, savaşın cereyan tarzını ve komutanların ard arda nasıl şehid olduklarını Resûlullah (sav) Medine'de ashabına tek tek anlatmıştır. Aradaki uzak mesafeye rağmen, bir televizyon ekranında seyreder gibi olayın haber verilmesi, aynı zamanda 'kalp gözü' ile görme olayıdır. Kalp gözüne 'basiret gözü' de denir. Bu göz, peygamberlerde olduğu gibi Peygamber varisi olan kâmil insanlarda da mevcuttur. Yeter ki, insan, basiret gözünün görmesini sağlayacak 'hâl ve amel'i elde edebilsin; Hakk'ın rızasına yönelerek O'nun dostluğunu kazanabilsin.
c. Ard arda komutan tayini, şartlı tayinin meşrû olduğunu gösterir.
d. Komutanların ve askerlerin, Resûlullah'ın tavsiyesi istikametinde, meseleyi saptırmadan ve bütün rizikoları göze alarak birbirlerine itaat etmeleri, Hak yolunda hizmette itaatin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Öyle ki; itaatte tek hedef, Allah rızası olacak, işin içinde başka hesaplar bulunmayacak ve herhangi bir konuda tevil yoluna sapılmayacaktır. Zaten hak yolundaki zaferlerin teminatı, işte bu şartsız kesin itaattir.
e. Abdullah b. Revaha'nın şehadetinden sonra ordu komutanı seçiminin halkın re'yine bırakılması, İslâm'da Hakk'a ve imama itaatın yanında re'y beyan etmenin önemini de ortaya koyar.
Mûte Savaşı'nın en önemli hikmetlerinden biri de, iki tarafın kuvvetleri arasındaki dengesizlikten anlaşılır. Yaklaşık 3 bin kişilik İslâm ordusu karşısında 100 bin kişilik (diğer bir rivayete göre 200 bin kişilik) bir Bizans gücüne galip gelinmiştir.
a. Bizans ordusu paniğe kapılmış, dengeyi kaybetmiş ve karışıklığa sürüklenmişti. Psikolojik olarak çökmüştü. Soğuk harp açısından Müslümanlar öyle bir zafer kazanmışlardı ki, Bizans ordusu, toparlanıp hücum edecek gücü kendisinde bulamamıştı.
b. Burada insan, Resûlullah'ın tayin ettiği üç komutanın muvaffak olması lazım geldiğini düşünebilir. Esasen muvaffak da olmuşlardır. İslâm'da muvaffakiyetin tek şartı Allah yolunda olmaktır. Mühim olan, bu yolda emre uymaktır. Emre uyulmuş, istenen itaat gerçekleşmiştir. Gerisi kader-i ilahînin cilvesidir. Mühim olan Allah'ın hesabıdır ve mü'minin bu hesaba rıza göstermesidir.
Mûte Savaşı'ndaki başarı Allah'ın iman sahiplerine olan lütfunun önemli bir belgesidir. Cenâb-ı Hakk'ın, samimiyetle inanıp hak yolda mücadele eden kullarına yardım ve lütufları vardır. Bedir'de, Uhud'da ve Hendek'te ve diğer harplerde bu ilahî yardımlara şahit olunmuştur. Hak yolda ihlâsla mücadele eden kullar, hangi devirlerde olurlarsa olsunlar, bu ilahî yardımlara muhakkak muhatap olacaklardır. Bu bir sünnetullahtır ve Allah'ın vaadidir. Mûte'de, işte bu ilahî yardım galip geldi; kâfirlerin, Müslümanları bir anda çember içine alıp yok etmeleri çok kolay iken, Allah bunu onlara yaptırmadı. Çünkü mücahidler sayılara, güç dengelerine değil, Allah'ın kendilerine olan vaadine ve cennet müjdesine güvenerek sarsılmaz bir imanla çarpışıyorlardı. Bu gerçeği, Abdullah b. Revaha'nın şu sözüyle te'yit edelim: "Savaşan, 'güç'ler değildir. Müslüman, sadece Allah'ın lutfettiği mübarek bir dinin verdiği şevkle savaşır". Abdullah b. Revaha, bu sözü, Hıristiyan güçlerin sayıca çokluğunu gördükleri zaman bir istişare sırasında söylemişti. Burada, Müslümanın, hayatî tehlikeye bile girse, aldığı emri yerine getirmekteki kararlılığını görüyoruz. Ve diğer insanların komutanlarına itaattaki samimiyet ve teslimiyetini görüyoruz. Gerçekten Mûte Savaşı, zahirî ölçülere göre bir intihar anlamına geliyordu.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.