Rivayet edilir ki zamanın birinde gayri müslim bir hükümdarın kulağı sağır olmuş. İmparator durup dinlenmeden feryad figan ağlıyor, etrafındakiler onu teselli etmekten aciz kalıyorlarmış. Derken imparator güç bela konuşmaya başlamış ve "ben başıma gelen felaket için ağlamıyorum, bundan böyle sarayımın kapısına kadar gelip de kapıcıların içeriye almayacakları mazlumların bağrışmalarını duyamayacağım, onların arzu ve isteklerini yerine getiremiyeceğim diye ağlıyorum" demiş. Sonra düşünmeye başlamış: "Eğer kulağım sağırsa gözüm de kör değil ya" demiş ve "bundan böyle mazlumlardan başka hiçkimse kırmızı elbise giymesin" diye ferman buyurmuş. Sonra da bütün ömrü boyunca, zulme uğrayanlara haklarını vermek için sabah akşam demeden bineğinin üstünde ülkesini dolaşmış.
Bu imparatorun duyarlılığından yola çıkarak ülkemizin duyarsız yöneticilerinden bahsetmek de mümkün ama konumuz bu değil.
Çoğumuz insanların yarım akıllarıyla adalet-i ilahiyeyi sorguladıklarına şahit olmuşuzdur. Hatta belki de vakt-i zamanında aynı şeyi biz kendimiz de yapmış olabiliriz. İnsanları hiç farkında olmadan, vahametini tahmin bile edemeyecekleri böyle büyük bir yanlışa sürükleyen şey, adalet ile lütuf arasındaki farkı bilmekten aciz oluşları olsa gerek. Çünkü Allah herkese adaletle hükmeder, ancak lütfu istediğinedir.
Allah'ın adaletinin bir tecellisi de odur ki, O'nun, kullarından istediği hiçbirşey karşılıksız değildir. Bir başka deyişle eğer O birşey istiyorsa kul muhakkak surette bunu yapmaya muktedirdir.
Yukarıdaki kısa hikayeyi bu gerçekle ilişkilendirecek olursak bir gayrimüslim bile, İslamiyet'in emir ve nehiylerini kendisi için ölçü olarak kabul etmediği halde ve de son derece saf bir niyetle adaleti gözetebiliyorsa, Cenab-ı Hak kulundan istediğini onun özüne yerleştirmiş demektir.
İman nurundan yoksun pekçok kimsenin sergilediği bu tür davranışlar "Yaradan bilmez mi yarattığını" ilahi beyanını akla getirir; çünkü bir dinin hükümleri insan fıtratına ancak bu kadar uygun olabilir.
Bir de Cenab-ı Hak kullarına karşı öyle merhametlidir ki bir kulunu mümin olmadığı halde fıtratındaki o güzel hasletler mucibince yaşıyor görürse onun imanını kolay ve yakın kılar. Hatta bununla ilgili küçük bir de hikaye anlatılır:
Şeytana "hiç sevmediğin fasık kimdir?" diye sormuşlar, Şeytan "cömert olanlardır" demiş. Sebebini de "cömertliğinden ötürü mümin olması pek yakındır" diye açıklamış.
Olaylar zıtlarıyla anlam kazandıklarına göre ve bu hikayenin de devamı olduğu sürece şeytanın en sevdiği mümin cimri olanıdır. Çünkü onun da cimriliğinden ötürü dininden ayrılması pek yakındır.
Sözün özü insanın yapması gereken Rabbine kul olmaya, anlamsız bahanelerle itiraz edip bunun neticesi olarak bilinçli yahut bilinçsiz gayrine kul olmaktansa, her halükarda kul olma mecburiyetini kabullenip, bu idrakle kulluğu en şerefli ve en kârlı haliyle yaşamaya yani "Allah'ın kulu" olmaya azim ve gayret göstermektir.
Zira, eskilerin dediği gibi "aklın yolu birdir."
Bu imparatorun duyarlılığından yola çıkarak ülkemizin duyarsız yöneticilerinden bahsetmek de mümkün ama konumuz bu değil.
Çoğumuz insanların yarım akıllarıyla adalet-i ilahiyeyi sorguladıklarına şahit olmuşuzdur. Hatta belki de vakt-i zamanında aynı şeyi biz kendimiz de yapmış olabiliriz. İnsanları hiç farkında olmadan, vahametini tahmin bile edemeyecekleri böyle büyük bir yanlışa sürükleyen şey, adalet ile lütuf arasındaki farkı bilmekten aciz oluşları olsa gerek. Çünkü Allah herkese adaletle hükmeder, ancak lütfu istediğinedir.
Allah'ın adaletinin bir tecellisi de odur ki, O'nun, kullarından istediği hiçbirşey karşılıksız değildir. Bir başka deyişle eğer O birşey istiyorsa kul muhakkak surette bunu yapmaya muktedirdir.
Yukarıdaki kısa hikayeyi bu gerçekle ilişkilendirecek olursak bir gayrimüslim bile, İslamiyet'in emir ve nehiylerini kendisi için ölçü olarak kabul etmediği halde ve de son derece saf bir niyetle adaleti gözetebiliyorsa, Cenab-ı Hak kulundan istediğini onun özüne yerleştirmiş demektir.
İman nurundan yoksun pekçok kimsenin sergilediği bu tür davranışlar "Yaradan bilmez mi yarattığını" ilahi beyanını akla getirir; çünkü bir dinin hükümleri insan fıtratına ancak bu kadar uygun olabilir.
Bir de Cenab-ı Hak kullarına karşı öyle merhametlidir ki bir kulunu mümin olmadığı halde fıtratındaki o güzel hasletler mucibince yaşıyor görürse onun imanını kolay ve yakın kılar. Hatta bununla ilgili küçük bir de hikaye anlatılır:
Şeytana "hiç sevmediğin fasık kimdir?" diye sormuşlar, Şeytan "cömert olanlardır" demiş. Sebebini de "cömertliğinden ötürü mümin olması pek yakındır" diye açıklamış.
Olaylar zıtlarıyla anlam kazandıklarına göre ve bu hikayenin de devamı olduğu sürece şeytanın en sevdiği mümin cimri olanıdır. Çünkü onun da cimriliğinden ötürü dininden ayrılması pek yakındır.
Sözün özü insanın yapması gereken Rabbine kul olmaya, anlamsız bahanelerle itiraz edip bunun neticesi olarak bilinçli yahut bilinçsiz gayrine kul olmaktansa, her halükarda kul olma mecburiyetini kabullenip, bu idrakle kulluğu en şerefli ve en kârlı haliyle yaşamaya yani "Allah'ın kulu" olmaya azim ve gayret göstermektir.
Zira, eskilerin dediği gibi "aklın yolu birdir."
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.