İmam-ı Azam Ebu Hanife Hz.
Komşusu bir genç vardı, her gece içki içer, eve sarhoş gelir, bağırır çağırırdı. Bir gün devletin görevlileri onu yakalayıp hapse attılar. Ertesi gün İmâm-ı A'zam, "Komşumuzun sesi kulağımıza gelmez oldu" deyince, bir talebesi onun hapse atıldığını söyledi. Bunun üzerine İmâm-ı A'zam vâliye gitti. Vâli, onu görünce ayağa kalkıp hürmetle karşıladı. Teşrifinizin sebebi nedir? dedi. O da hadiseyi anlatınca, vâli: "Böyle ehemmiyetsiz bir iş için zât-ı âliniz buraya kadar niçin zahmet ettiniz, bir haber gönderseydiniz kâfi idi" dedi ve o genci serbest bıraktı. İmâm-ı A'zam o gence; "Bak biz seni unutmuyoruz" diyerek, bir kese de akçe (para) verdi. Bunun üzerine o genç, yaptığı kötü işlerden tövbe edip, İmâm-ı A'zam'ın derslerine devam etmeye başladı ve fıkıh ilminde alim olarak yetişti.
Vâsıt şehrinde faziletli bir zat vardı, ismi (Nu'mân'ın kölesi) idi. İsminin niçin böyle olduğu sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: "Annem öldüğü zaman ben karnında canlı olup henüz doğmamışım. Annemin cenazesi yıkanırken, benim anne karnında canlı olduğumu anlamışlar ve durumu İmâm-ı A'zam'a, yani Nu'mân bin Sâbit'e bildirmişler, o da hemen kadının karnının sol tarafını yarın, çocuk ordadır, çıkarın demiştir. Doktor dediği gibi yapıp beni ölen annemin karnından çıkarmış, ben bunun için kendimi onun âzâtlı kölesi kabul eder, ona daima dua ederim.
İmâm-ı A'zam'ı çekemeyen biri, onu ve talebelerini nehir kenarında bulunan bahçesinde bir ziyafete davet etti. İmâm-ı A'zam bu daveti kabûl edip talebelerine ben ne yaparsam siz de onu yapın, diye tenbih etti. Oraya vardıklarında davet eden adam buyurun yemeğe deyince, İmâm-ı A'zam ellerini yıkamak için nehire gitti, talebeleri de onu takib ettiler ve hocalarının bir müddet orada kalmasının sebebini merak etmeye başladılar. Sonra döndüklerinde, bir kedinin tabaklardaki yemeklerden yiyip zehirlendiğini görerek, yemeğin zehirli olduğunu ve hocalarının kerâmetini anladılar ve böylece bir sünnete, yani yemekten önce el yıkamaya uymanın bereketine kavuştular. Bunu gören davet sahibi, yaptığına pişman oldu. Özür dileyip, onu sevenler arasına katıldı.
İmâm-ı A'zam, bir gece rüyasında Peygamberimizin kabrini açmış, mübarek bedenine sıkıca sarılmıştı. Uyanınca bu fevkalâde rüyasını Tabiinin büyüklerinden İbn-i Sirin'e anlattı. İbn-i Sirin; Bu rüyanın sahibi sen değilsin, bunun sahibi Ebû Hanife olsa gerek" dedi. Ebû Hanife benim deyince. İbn-i Sirin, sırtını aç göreyim dedi. Sırtını açınca iki omuzu arasında bir "ben" gördü ve Sen o kimsesin ki, Peygamberimiz senin hakkında; "Benim ümmetim içinde, iki omuzu arasında bir ben bulunan biri gelir. Allah-ü Teala dinini onunla kuvvetlendirir, ihya eder" buyurdu dedi.
Komşusu bir genç vardı, her gece içki içer, eve sarhoş gelir, bağırır çağırırdı. Bir gün devletin görevlileri onu yakalayıp hapse attılar. Ertesi gün İmâm-ı A'zam, "Komşumuzun sesi kulağımıza gelmez oldu" deyince, bir talebesi onun hapse atıldığını söyledi. Bunun üzerine İmâm-ı A'zam vâliye gitti. Vâli, onu görünce ayağa kalkıp hürmetle karşıladı. Teşrifinizin sebebi nedir? dedi. O da hadiseyi anlatınca, vâli: "Böyle ehemmiyetsiz bir iş için zât-ı âliniz buraya kadar niçin zahmet ettiniz, bir haber gönderseydiniz kâfi idi" dedi ve o genci serbest bıraktı. İmâm-ı A'zam o gence; "Bak biz seni unutmuyoruz" diyerek, bir kese de akçe (para) verdi. Bunun üzerine o genç, yaptığı kötü işlerden tövbe edip, İmâm-ı A'zam'ın derslerine devam etmeye başladı ve fıkıh ilminde alim olarak yetişti.
Vâsıt şehrinde faziletli bir zat vardı, ismi (Nu'mân'ın kölesi) idi. İsminin niçin böyle olduğu sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: "Annem öldüğü zaman ben karnında canlı olup henüz doğmamışım. Annemin cenazesi yıkanırken, benim anne karnında canlı olduğumu anlamışlar ve durumu İmâm-ı A'zam'a, yani Nu'mân bin Sâbit'e bildirmişler, o da hemen kadının karnının sol tarafını yarın, çocuk ordadır, çıkarın demiştir. Doktor dediği gibi yapıp beni ölen annemin karnından çıkarmış, ben bunun için kendimi onun âzâtlı kölesi kabul eder, ona daima dua ederim.
İmâm-ı A'zam'ı çekemeyen biri, onu ve talebelerini nehir kenarında bulunan bahçesinde bir ziyafete davet etti. İmâm-ı A'zam bu daveti kabûl edip talebelerine ben ne yaparsam siz de onu yapın, diye tenbih etti. Oraya vardıklarında davet eden adam buyurun yemeğe deyince, İmâm-ı A'zam ellerini yıkamak için nehire gitti, talebeleri de onu takib ettiler ve hocalarının bir müddet orada kalmasının sebebini merak etmeye başladılar. Sonra döndüklerinde, bir kedinin tabaklardaki yemeklerden yiyip zehirlendiğini görerek, yemeğin zehirli olduğunu ve hocalarının kerâmetini anladılar ve böylece bir sünnete, yani yemekten önce el yıkamaya uymanın bereketine kavuştular. Bunu gören davet sahibi, yaptığına pişman oldu. Özür dileyip, onu sevenler arasına katıldı.
İmâm-ı A'zam, bir gece rüyasında Peygamberimizin kabrini açmış, mübarek bedenine sıkıca sarılmıştı. Uyanınca bu fevkalâde rüyasını Tabiinin büyüklerinden İbn-i Sirin'e anlattı. İbn-i Sirin; Bu rüyanın sahibi sen değilsin, bunun sahibi Ebû Hanife olsa gerek" dedi. Ebû Hanife benim deyince. İbn-i Sirin, sırtını aç göreyim dedi. Sırtını açınca iki omuzu arasında bir "ben" gördü ve Sen o kimsesin ki, Peygamberimiz senin hakkında; "Benim ümmetim içinde, iki omuzu arasında bir ben bulunan biri gelir. Allah-ü Teala dinini onunla kuvvetlendirir, ihya eder" buyurdu dedi.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.