İmam Rıza’nın diğer din mensuplarıyla tevhit münazarası -8-
Haber Merkezi
İmran: 'Efendim, Allah'ın birliği hakikatle mi yoksa vasıfla mı anlaşılır?'
İmam (a.s.): 'Vâhidi (tekliği) icat eden Allah-u Teala önceden var olan mevcudun aynısıdır. O'nunla bir şey olmaksızın sürekli tekti, birdir ve ikincisi yoktur. Ne mâlumdur, ne de meçhul, ne muhkemdir, ne de müteşabih, ne mezkurdur, ne de mensi (ne hatırlanandır, ne de unutulan).
O'na kendisinden başka eşyalardan birisinin ismi verilecek bir şey de değildir, (özel) bir vakitte var olup belli bir vakte kadar kalacak bir mevcut da değildir. Ne bir şey vasıtasıyla ayakta durmuştur, ne de bir şeye kadar ayakta duracaktır.
Hiçbir şeye dayanmadığı gibi, hiçbir şeyde de saklanmamıştır. Bunların hepsi mahlukâtın yaratılmasından öncedir. Zira Kendisinden başka hiçbir şey yoktu. O'na taktığın her sıfat, bir takım hadis (yaratılmış) olan sıfatlar ve anlamaya sebep olan bir tercümandır.
Bilmelisin ki, ibdâ (icat etmek), meşiyet ve irade, üç isim olduğu halde mânâları bir şeydir. Onun ilk ibdâ, irade ve meşiyeti, her şey de esas idrak edilen her şeye kılavuz ve her soruya açıklayıcı kılan harflerdir. Bu harfler vasıtasıyla hak bâtıldan, fiil mef'ulden ve mânâ mânâsızlıktan ayrılır. Bütün her şey, bu harfler üzerine toplanmıştır.
Harflere, yaratılışında kendilerinden başka sonu olan ve vücûdî bir mânâ verilmemiştir. Zira, onlar, icat edilerek yaratılmışlardır. Bu arada Allah'ın ilk fiili nurdur, ki O'nun kendisi de yer ve göklerin nurudur. İşte harfler bu fiilin sonucudur ve konuşmanın aslı bu harflerledir.
Allah'ın, yarattıklarına öğretmiş olduğu ibaretlerin hepsi otuz üç harftir, bunlardan yirmi sekiz tanesi Arapça'ya aittir. Yine yirmi sekiz harften yirmi ikisi Süryanî ve İbrânice'ye aittir.
Geriye kalan beş harf ise, çeşitli bölgelerde bulunan diğer Acem dillerinde dağılmıştır. Bu beş harf, yirmi sekiz harften ayrılan harflerdir. İşte böylece harfler, otuz üç harf olmuştur.
Bu beş harf, bazı sebeplerden dolayıdır ki söylediklerimizden fazla açıklanması câiz değildir. Sonra harfleri sayıp sayılarını sağlamlaştırdıktan sonra onları kendi fiili olarak karar verdi. Aynen Allah'ın şu buyruğu gibi: 'Ol dedi, oluverdi.' Burada 'Ol' Allah'ın yaratmasıdır, O'nun vasıtasıyla yaratılan şey de mahluktur. Allah'ın ilk mahluku ibdâdır (yoktan var etmektir), onda ağırlık, hareket, işitilebilirlik, renk ve hissedilebilirlik yoktur. İkinci mahluku ise harflerdir, (onlarda da) ağırlık ve renk yoktur, işitilebilir ve vasfedilebilir bir mahi¬yettedirler ama görülebilir bir kabiliyete sahip değillerdir.
Allah-u Teala'nın üçüncü mahluku ise dokunulur ve hissedilir mahiyetteki her şeydir, tadılabilme ve görülebilme özelliğine sahiptir. Allah Tebarek ve Teala ibdâdan öncedir. Zira, O'ndan önce ve O'nunla beraber hiçbir şey yoktu. İbdâ da harflerden öncedir. Harfler kendilerinden başka bir şeye delalet etmezler.'
Memun: 'Nasıl olur da kendilerinden başka bir şeye delalet etmezler?'
İmam (a.s.): 'Zira, Allah-u Teala, onları mânâdan başka bir şey için bir araya toplamaz (bir mânâ teşkil etmeleri için birbirlerinin yanında toplar). Onlardan dört, beş, altı, daha çok veya daha az harfi bir araya getirdiği zaman önceden olmayan yeni bir mânâ ortaya çıkar.'
İmran: 'Biz bunu nasıl anlayabiliriz?'
İmam (a.s.): 'Bu konu şöyle açıklanabilir: Harfleri zikrettiğinde amacın onlardan başka bir şey değilse elif, bâ, tâ, sâ, cîm, hâ... diye tek tek zikreder ve sonuna kadar sayarsın. Böylece kendilerinden başka bir mânâ bulamazsın. Ama, onları bir araya getirerek istediğin herhangi bir mânâ için isim ve sıfat oluşturmak istersen kendi mânâ ve sıfatlandırdığı şeye delalet ederler.'
İmam (a.s.): 'Söylediklerimi anladın mı?'
İmran: 'Evet.'
İmam (a.s.): 'Bilesin ki sıfatlanansız sıfat, mânâsız isim ve sınırsız da sınır olmaz. Bütün sıfat ve isimler, kemâl ve vücûda delalet ederler. Sınırlar gibi, -üçer, dörder ve altışar da olduğu gibi- kuşatma ve kapsama delalet etmezler.
Zira Allah azze ve celle, isim ve sıfatlar vasıtasıyla tanınır, uzunluk, genişlik, azlık, çokluk, renk, ağırlık ve buna benzer sınırlamalarla idrak edilmez, bunlar¬dan hiçbirinin Allah hakkında geçerliliği yoktur, mahlukât, onları tanımakla (bu sınırlar vasıtasıyla) Allah'ı tanımış olabilirler.
Ama Allah'ın sıfatlarıyla ona kılavuzluk edilir, isimleriyle idrak edilir ve yaratıkları vasıtasıyla ona delil getirilebilir, öyle ki, hakikat talep eden insan artık gözle görmeye, kulakla işitmeye, elle dokunmaya ve kalple kavramaya ihtiyaç duymaz.
Eğer isim ve sıfatları O'na delalet etmeseydi mahlukâtın ilmi O'nun mânâsını idrak edemezdi. O halde, mahlukât onun mânâsına (özüne) değil, isim ve sıfatlarına ibadet etmiş olurlardı, eğer bu şekilde olmasaydı tapılacak tek vücut Allah'tan başkası olurdu. Zira O'nun isim ve sıfatları O'ndan başka bir şeydir, anladın mı?'
İmran: 'Evet ey efendim! Daha fazla anlat.'
İmam (a.s.): 'Kalp gözleri kör ve sapık olan cahillerin sözlerinden sakın, onlar Allah-u Teala'nın ahirette sevap ve azap hususunda hesap sormak için hazır olduğunu ama dünyada kulların itaat etmeleri ve ümitli olmaları için hazır olmadığını zannederler.
Eğer Allah'ın hazır olması O'nun için bir eksiklik ve aşağılık olsaydı ahirette de hiçbir zaman hazır olmazdı. Ama böyle düşünenler şa¬şakalıp bilmedikleri yönden Hakka karşı kör ve sağır olmuşlardır.
İşte şu ayet de buna işaret etmektedir: 'Kim bu dünyada kör ise ahirette de kördür ve yol bakımından daha şaşkın bir sapıktır.' Bu ayette körden maksat, hakikatleri görmekten kör olandır.
Akıl sahipleri biliyorlar ki ahirette olanlara delil getirmek, ancak bu dünyada olanlarla mümkündür. Kim O'nu kendi görüşüyle bilmek ve idrak etmek isterse, bu tutumuyla sadece O'ndan uzaklaşır. Zira Allah-u Teala, özellikle onun ilmini akıl eden, bilen ve anlayan kimselerin yanında bırakmıştır.'
İmran: 'Efendim, bana ibdâın mahluk olup olmadığını anlatır mısınız?'
İmam (a.s.): 'Suskun bir mahluktur, (fakat) suskunlukla idrak edilmez. Hadis olduğu için mahluk olmuş, Allah onu icat etmiş, sonuçta o da O'nun mahluku olmuştur. Allah ile onun arasında üçüncü bir şey yoktur. Allah'ın yaratmış olduğu şey, mahluk olmaktan dışarı çıkmaz.
Yaratıkları ya suskun, ya hareketli, ya çeşitli, ya aynı, ya bilinen veya benzerdir. Sınırlanabilen her şey Allah'ın mahlukudur. Bil ki, hislerin sana bulduğu her şey, hislerle idrak edilen bir mânâdır. Bütün hisler, Allah-u Teala'nın idrakında onun için karar kıldığı şeye delalet eder. Bunların hepsini kavrayış, kalpten (akıldan) kaynaklanmaktadır.
Yine şunu da bil ki, hiçbir takdir ve sınırlama olmaksızın ayakta duran o tek vücut, takdirli ve sınırlı bir mahluk yarattı. Yarattığı iki şey takdir ve mukadderdir. Bunlardan hiçbirinde renk, ağırlık ve tadılabilme özelliğine sahip bir şey yoktur. Onlardan birini diğerlerinin idrak edilmesine vesile kıldı ve her ikisini de kendiliğinden idrak edilir bir şekilde kararlaştırdı ve kendi başına ayakta durabilen hiçbir şey yaratmadı.
Çünkü böylelikle kendi varlığını ispatlamak istiyordu. Allah-u Teala eşsiz ve birdir, O'nu ayakta tutacak, O'na yardım edecek ve koruyacak ikinci bir şey yoktur. Ama mahlukât, Allah-u Teala'nın izni ve iradesiyle birbirini koruyorlar. Halk bu konuda ihtilafa düştü, hatta ne yapacağını şaşırdı ve hayrete kapıldı.
Allah'ı kendi sıfatlarıyla vasıflandırarak karanlıktan karanlık vasıtasıyla kurtulmaya çalıştılar. Böylece Hak'tan daha da uzaklaştılar. Eğer Allah'ı kendi sıfatlarıyla ve mahlukâtı da kendi sıfatlarıyla vasıflandırsalardı kavrayış ve yakîn ile konuşup ihtilafa düşmezlerdi.
Ama içinden çıkamadıkları (şaşkınlığa kapıldıkları) şeyi talep edince karışıklığa ve içinden çıkılamaz bir keşmekeşe yakalandılar. Allah, dilediğini doğru yola hidayet eder.' Devam edecek (Prof. Dr. Haydar Baş İmam Ali Rıza eserinden)